Geçen perşembe, Rio de Janeiro'nun fazla sıcak olmayan, güzel bir günüydü.
Sabah sekiz buçukta otelden ayrıldık. Biraz acele ediyorduk çünkü
kent merkezinde büyük bir
protesto gösterisi vardı. Trafiği nasıl etkileyeceği belli olmazdı.
Epeydir hazırlanılan gösterinin dövizleri, teleferikle çıkılan, Rio'nun simgelerinden, 'Pao de Açucar' da (Kelle şekeri; koni biçiminde tepe) dahil, her yere asılmıştı.
"Adalet isteriz" diye bağıran on binlerce Rio'lu, Kongre'deki, petrol lisansı gelirlerini yeniden bölüştüren tasarıyı protesto ediyordu.
Çünkü tasarı yasalaştığı takdirde, Rio Eyaleti'nin geliri azalacaktı. Yani aslında bir "Ayrıcalığıma dokunma" gösterisiydi bu...
Turistlerin derdi ise bir an evvel Corcovado (
Kambur) tepesine çıkan
trene ulaşmaktı. Çünkü zirvede, Rio'nun süper starı olan "Kurtarıcı İsa" heykeli ve olağanüstü bir
manzara onları bekliyordu.
***
Treni beklerken sıraya girdik. Biz en öndeydik. Tepeden gelen tren tam önümde duracak, rehberimizin öğütlediği gibi, manzarası daha iyi olan sağ taraftaki sıralara oturacaktık.
Derken İsviçreli bir grup arkamızda birikmeye başladı... Yoğunlukları ve telaşları giderek arttı. Anladık ki onlar da kendi rehberlerinden aynı tüyoyu almışlardı.
Trenin otomatik kapısı açılır açılmaz, acıkmış domuzcuklar misali vagona saldırdılar.
Sadece bizi değil, birbirlerini de iterek, kakarak, sıkıştırarak içeri daldılar.
Velhasıl en önde olmamıza rağmen sağ taraftaki sıralara oturamadık.
Not: Bundan sonra kimse bana, "Avrupalılar medeni, Türkler ise dangıl dungul" filan demesin. "
Kıtlık" ortamında adabı muaşeret filan kalmıyor, herkes ilkelleşebiliyor! (Gülünç olan şu ki sağdaki sıraların manzarası da dedikleri kadar değildi.)
***
Neyse... Gacır gucur sesler çıkaran elektrikli trenle yukarıya ulaştığımızda, anlatılanların doğru olduğunu gördük:
Hani derler ya; Rio ayaklarımızın altındaydı... Tabii biz de 1931'de yapılan, 40 metre yüksekliğindeki heykelin ayakları dibindeydik!
Yıllar önce bir iş gezisi için New York'a gitmiştim. Serbest zamanda Özgürlük Heykeli'nin de seyredildiği bir
tekne gezisine çıkarmışlardı.
Anıtın birkaç fotoğrafını çekip makinemi çantama atmıştım ki Amerikalı ahbabım, "Ne o, fotoğraf çekmiyor musun" diye takılmıştı. "Ben
Japon değilim" dediğimde, çevremizdeki Nipponcanlara bakıp gülmüştük.
Corcovado tepesinde ise biz de Japonlaştık:
Dijital teknolojinin gücü adına deklanşöre basıp durduk.
***
Sonraki durağımız ise
İstanbul Nişantaşı,
İzmir Alsancak muadili Leblon semtiydi.
Türkiye'de artık baklavalara bile serpilen, kurutulmuş hindistancevizinden nefret ederim. Buna karşılık
meyvenin suyu ve beyaz "eti" pek güzel oluyor.
Leblon'da, dünya mücevher piyasasının önemli şirketlerinden 'H.Stern'i de ziyaret ettik. Şarap ve viski sektörünün uyguladığı pazarlama tekniklerini onlar da uyguluyor:
Önce taşlar hakkında biraz bilgi veriyor, ardından meyve suyu ikramıyla birlikte
satış bölümüne alıyorlar. Ayrıca bir şey alsan da, almasan da kentin istediğin yerine araçla bırakıyorlar.
***
Gün batımını ise bir Ipanema barında, olağanüstü lezzetli "caipirinha" içerek karşıladık. (Votkayla değil, elbette kaliteli "cachasa" ile yapılmıştı.)
O arada bir
arkadaş, "Bugün ayın kaçı" diye sormaz mı? Telefonun takviminde "10
Kasım" yazıyordu.
Birbirimize bakıp, aynı anda, "Aaa,
Atatürk..." dedik! Hay
Allah, nasıl da unutmuşuz!