Hep kendimiz gibi düşünenlerin davalarının peşine düştük.
Solcuysak solcunun, ülkücüysek ülkücünün, dindarsak dindarın hakkını savunduk.
İnsan hakkını öğrenmemiz zaman aldı ve hala öğrenemedik.
Açıkçası yıllarca devletin doğrudan hedefi solcular olduğu için
insan hakları kavramıyla solculuk bir bakıma eşitlendi.
Oysa aynı mahallenin çocuğuyduk.
Aynı yoksulluğu paylaşıp büyümüştük.
Sonra hayat bizi sınıflandırdı veya kendimiz kendi yolumuzu seçtik.
Ve bu tercihimizden dolayı cezalandırdı devlet bizi.
Kimimiz öldük.
Ya Mahir gibi kuytularda, ya Deniz gibi darağaçlarında ya da
Harun gibi gizli idam kararıyla.
Harun Kara
deniz parlak bir
gençti.
Okumadıysanız
tavsiye ederim, “Eğitim Üretim İçindir” kitabı günümüzü bile aşan bir nitelik taşır.
Harun
Karadeniz polise taş attığı için tutuklandı.
Bugün de parasız eğitim istediği için tutuklanan ve aylardır cezaevinde yatan öğrenciler var.
Harun Karadeniz cezaevinde
ölümcül bir hastalığa tutuldu.
1971 Muhtırası’nın ardından gelen faşizmin en azgın günleriydi.
Doktorların, ‘’Tedavi olmazsa ölür’’ raporlarına rağmen yurtdışına çıkmasına izin verilmedi.
Öleceğini bildiğiniz insanların
tedavisine engel olmak aslında ölüm cezası vermektir.
Harun Karadeniz’e bu yapıldı ve ilk önce kolunu kaybeden bu yurtsever genç 1975 yılında hayatını kaybetti.
Sadece o zamanın
generallerinin canı öyle çektiği için.
“Boru değil, hayattı” söz konusu olan oysa çok sayın generaller.
Bugün, haklı olarak, Kuddusi Okkır’ın tedavi göremediği için ölümüne
kıyamet koparanlar o zaman gizliden gizliye sevindi.
O zaman sessiz kalırsa, şanslı bir hergele olabileceğini biliyordu.
Şanslı hergele olmanın ilk şartı, gücü sahiplerinin istekleri doğrultusunda kullanmaktır.
Şanslı hergele sevindi...
Çünkü ölen bir komünistti.
O zaman belki Petrus şarabı yoktu ama kaçak gelen viskiler, sigaralar vardı.
Onları tatmak için ölümüne göz yumuldu.
Dün Kuddusi Özkır’ın ölümünde yeri göğü inletenler bugün suskun.
Çünkü bugün de ölüm tehdidiyle karşı karşıya olan insan bir
Kürt, daha da ötesi bir BDP’li.
Diyarbakır’ın Sur ilçesinin Belediye Başkanı
Abdullah Demirbaş.
Çok ciddi sağlık sorunları var ama
mahkeme “Kaçar” gerekçesiyle yurtdışına çıkışına izin vermiyor.
Ergenekon,
Balyoz, Kuddusi Özkır için yeri göğü inleten Doğan
Medyası tayfası bu gerçeği görmüyor.
Çünkü darbecinin tedaviye hakkı vardır veya BDP’li Kürt’ün yoktur diye inanıyor.
Şanslı hergele olmak böyle bir şey.
Bir insan, Türkiye’nin yargı sistemi eliyle ölümle karşı karşıya bırakılıyor.
Ölüm cezasının kalktığı ülkemizde insanlar düşünceleri, siyasi faaliyetleri, etnik kökenleri nedeniyle gizli ölüm cezalarına çarptırılmaya devam ediyor.
Özetle uzun ince bir yolda fazla mesafe alamamışız.
Ne diyelim?
‘’Kör olasın demiyorum ama kör olma da gör beni’’ diyelim...
Anlayan anlar...
Köstebek!
Deniz Feneri davası giderek siyasi bir
görünüm kazanıyor.
Her davada olduğu gibi, burada da sanıklar üzerinden daha büyük hesaplaşmalar yaşanıyor.
Yoksula
yardım üzerinden çalan varsa, mahpusta çürüsün diyorum.
Ama kimse gerçeğin peşinde değil.
Bedeli cezaevinde yatanlar ödüyor.
Mesela, Etibank Davası’nın savcılarını ele alalım.
Etibank davası, 2000’li yılların en büyük siyasi davalarından biridir.
Kimin tutuklanıp kimin aklanacağına, medya patronlarından başbakan yardımcılarına kadar yargı dışında herkesin müdahil olduğu bir davadır.
Ödülü yıllar önce de, sonra da gelmiştir.
İnsan bu gerçeği bilir ve susar.
Başta
Umur Talu olmak üzere
Milliyet yazarları atıldığında sustular, patronlarının taraf olduğu davada da sustular, şimdi ahkam kesiyorlar.
Siz susun, başkası konuşsun.
Başkalarının bilmediğini ve yazmayacağını zannederek televizyon ekranlarında ahkam keserseniz, gerçekler ortaya dökülür.
O süreçte hangi savcının oğlu hangi holdingde yüksek maaşla milletvekili oldu, hangisi mebus oldu elbette yazılacak.
Çok yakında...
Son söz: Bütün renkler kirlilikte yarışıyordu, birinciliği beyaza verdiler...