Yargıç ve
Demokrat Yargı Derneği
Eşbaşkanı Orhan
Gazi Ertekin'in, '24
Mart Muhtırası' başlıklı yazısı, genel olarak
Ergenekon Soruşturmasının yürütülüş şeklini, özel olarak da malum kitaba el konulmasını eleştiriyor. (3
Nisan,
Radikal 2)
Bazı arkadaşlar yazıyı pek beğenmiş. Bense bu yazıda, çok temel iki hata yapıldığını düşünüyorum. Anlatayım...
1) Ertekin şöyle diyor: "
... Bu kararla, sadece Ahmet Şık'ın özgürlüğünü değil, bütün toplumun siyasi özgürlüğünü, neyi okuyup neyi
okumayacağımızı da keyfince
tayin etme yetkisine sahip olduğunu ilan etmekten çekinmedi
mahkeme."
Bence burada bir saptırma var.
Mahkeme kimseye "okumayın" demedi! Yani siyasi haklarımıza
yasak getirmedi.
Yapılan
uygulama kitabın dijital müsveddesine "el koymaktır."
Niye el konuluyor? Çünkü
delil korumaya alınıyor.
TV dizilerindeki gibi: Delil genellikle bir
naylon muhafazaya konur ve delil dolabında saklanır. İşte "el koyma" bu sürece verilen isimdir.
Burada da Ergenekon
Savcısı
Zekeriya Öz, kitap çalışmasını "delil" olarak gördü. Mahkemenin de onayıyla, dijital izler taşıyan müsveddeye el koydu.
Tabii çalışma dijital olduğu için, naylona yerleştirilemedi, ancak kopyası çıkarıldı.
Öyle bir şey yapmaya (iyi ki) gerek kalmadı ama "bir süreliğine" gazeteci
Ertuğrul Mavioğlu'nun bilgisayarına da el konabilirdi.
Yine filmlerde görüyoruz: CSI (Suç Mahalli
Araştırma Bölümü) uzmanları, bazen koca bir otomobile el koyarak delil arıyor. Sonra da otomobili sahibine iade ediyorlar.
Savcı nesnelere, "tabanca mı, kitap mı" diye değil, "delil mi, değil mi" diye bakar.
Özetle kimse bize "okuma yasağı" getirmedi. Siyasi haklarımızı kullanmamızı engellemedi.
Sadece delile el konuldu.
Nasıl olur da bir
hukukçu, "delil" ile "yasak" veya "delile el koyma" ile "
sansür" kavramlarını birbirine karıştırır?
***
2) Ertekin'in bir tezi de şu:
Eğer "kitap" ile "şiddet" birbirine bağlanmazsa... Bu durumun mantıki sonucu; Ergenekon örgütünün "
terör" değil "siyasi" faaliyet içinde bulunduğunu kabul etmektir.
Biraz daha açarsak: Ergenekon, "
terör örgütü" ise, onun "cebir, şiddet, tehdit" gibi araçları kullandığını varsayarız.
Halbuki kitapta şiddet çağrısı yok. O halde Ergenekoncuların siyasi bir grup olduğunu düşünmemiz gerekir ki bu bir çelişkidir.
***
Ertekin'in bu tezinin mantıki sonuçlarından biri, "28
Şubat" (1997) medyasının "masum" olduğunu kabullenmektir.
Halbuki gayet iyi biliyoruz ki merkez medya, 28 Şubat darbesine meşruiyet kazandırdı.
Bu meşruiyet konusu çok önemli: Darbeciler eylemlerini meşrulaştırmak için mutlaka medyaya ihtiyaç duyar.
Hatırlayın: Askerlerle
işbirliği yapan medya, her gün, çoğu
Batı Çalışma Grubu kökenli, "irtica geliyor" haberleriyle çıkıyordu.
Dönemin
Sabah ve
Hürriyet gazeteleri, askeriyeden gelen, tamamen düzmece, "PKK'dan para alan gazeteciler" haberini yayınladı.
Ertekin'in mantığına göre, o dönemde darbeyi soruşturan bir savcının, "Bunlar siyasi/ideolojik faaliyettir" demesi... Ve örneğin "andıç" olayını görmezden gelerek, işi basın savcısına bırakması gerekiyor.
Halbuki, tam da o yalanı takip ederek, askeriye içindeki illegal bir yapılanma olan Batı Çalışma Grubu ile andıççı
Çevik Birgillere ulaşmak mümkündü.
Demek ki o dönemin
Zekeriya Öz'ü, Sabah ve Hürriyet yöneticilerini sorgulamaya kalksa... Karşısında o dönemin Orhan Gazi Ertekin'ini bulacaktı: "
Basın hürdür!"
Acaba Sayın Yargıç bu tip bir
akıl yürütme ile demokrasiyi savunmasız bıraktığının farkında mı?
Halbuki önemli olan darbeyi engellemektir. Çünkü tanklar yürüdüğünde iş işten geçer; en önce de Demokrat Yargı Derneği kapatılır.