Günlerdir uluslararası düzeyde basına yansıyan çalkantılardan sonra belki inanması zor ama görünen o ki,
Türkiye NATO’da hemen hemen istediği herşeyi elde etti, bir Türkiye-NATO krizi yaşanmadı ve yaşanması bir yana NATO’nun Amerika’nın ardından en etkili üyesi olarak
Lizbon’da öne çıktı.
Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül, geceyarısı “21. Yüzyıl NATO’su”nun kararlarının alındığı, eğilimlerin belirdiği Zirve yemeğinden çıkıp, kaldığımız otele geldiği anda yüzünden güller açarak söylediği ilk söz, “Türkiye olmasa konu yok. NATO Zirvesi 10 dakikada biter” oldu.
İşin ilginç yanı, Cumhurbaşkanı Gül’den yarım saat sonra NATO
Dışişleri Bakanları toplantısından çıkıp otele gelen
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da yüzünde keyifli bir gülümseme ile odaya girdiği anda, sanki önceden sözleşmişler gibi, “Biz olmasak konuşulacak konu olmayacaktı” sözleriyle Gül’ün yanına ilişti.
Zirve’nin açılışında “
aile fotoğrafı” çektirmek üzere liderler dizilmeye başladığında Gül ile Obama bir köşede hararetli bir sohbete girmişlerdi.
İngiltere Başbakanı
David Cameron, Ahmet Davutoğlu’nun koluna girdi ve Gül ile Obama’yı işaret ederek, “Bir şey yok değil mi? Herşey tamam. Anlaştık değil mi?” diye kaygılı biçimde başlamak üzere olan Zirve’yi sorguluyordu.
Davutoğlu, gülerek, “Yok, tamam” karşılığını verdi.
Besbelli ki, herkesin zihninde eski
Danimarka Başbakanı Anders Fogh
Rasmussen’in NATO Genel Sekreterlik seçiminin yapıldığı 2009
Nisan ayındaki
Strasbourg-Kehl Zirvesi’nde Türkiye’nin son saniyeye kadar Rasmussen’e direncinin anıları koyu bir tortu bırakmıştı.
Türkiye yandaşı Rasmussen
Oysa, o Rasmussen ile bu Rasmussen arasındaki fark, dağlar kadar. NATO Genel Sekreteri Rasmussen, Lizbon Zirvesi’nde NATO içinde Türkiye’nin “en ateşli avukatı” gibi davrandı. Yemeği o yönetti ve söz alarak, “Türkiye’ye haksızlık yapıldı. Türkiye ile AB arasında güvenlik
anlaşması yok. Oysa, Türkiye BAB (Batı
Avrupa Birliği) üyesi idi. 2002’de BAB’ı kaldırdığımız
vakit, Türkiye dışarıda kaldı, buna karşılık AB üyesi olmayan
Norveç, Avrupa Savunma Ajansı’na girdi. Böyle haksızlık yapılır mı!” sözleriyle Türkiye’ye arka çıktı.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, NATO Zirvesi’nde özellikle Genel Sekreter Rasmussen, ABD Başkanı
Barack Obama ve
İngiltere Başbakanı David Cameron’un Türkiye’den yana ortaya koydukları tavırdan pek memnun olduğunu gizlemedi. Hatta
Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in Türkiye’nin NATO’daki önemini ve hakkını teslim eden sözleri de kayda geçmiş durumda.
NATO-
Fransa çelişkisi
Lizbon Zirvesi’nde günler öncesinin beklentilerinin tersine, Türkiye ile ABD arasında hiçbir pürüz yaşanmadığı gibi, önceki günlerde gözlerden kaçan asıl pürüzün NATO ile Fransa arasında belirdiği ortaya çıktı. Özellikle,
füze savunma sistemi ya da Davutoğlu’nun pek benimsemediği bir tanımla “
füze kalkanı” konusunda
İran’ın adının yerleştirilmesi Fransa’nın ısrarı idi.
Zirve kulislerinden öğrenildiği kadarıyla, Fransa, İran adının geçmesine yönelik adeta bir konsensüs niteliğindeki itirazlar üzerine, İran yerine “
Ortadoğu” denilmesini önerdi. Yani, füze savunma sisteminin “Ortadoğu bölgesinden gelecek tehditler” şeklinde anlaşılması için gayret gösterdi.
Türkiye, İran ve Suriye’nin ya da herhangi bir
ülkenin ve başta Ortadoğu herhangi bir bölgenin ismen zikredilmesine “ilkesel” itirazı başından beri vardı. Balistik füze sistemi geliştiren 30 dolayında ülke var ve herhangi bir ülke bunlara eklenebilir, herhangi bir ülkede rejim değişebilir; dolayısıyla “tehdit algılamaları” da buna bağlı olarak değişebilir. Türkiye, bu argümandan yola çıkarak, “sistem”in üzerinde duruyor, NATO’nun bir “taarruz” değil “savunma” ittifakı, bir “kollektif güvenlik sistemi” olduğunu vurguluyordu.
NATO’nun aynı dalga boyunda tavır alması sonucunda, Fransa itirazlarını geri çekti ve “füze savunma sistemi” konusunda anlaşma sağlandı. Gelinen noktayı, Türkiye’nin “diplomatik başarısı” olarak kaydetmek gerekiyor.
“Eksen kayması” yerine “NATO ekseninde Türkiye”
Lizbon Zirvesi’nin en önemli sonucu, Lizbon’a gelirken, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Buradan çıkacak sonuç, NATO’yu 10-15 yıl götürür” dediği, “Stratejik Konsept”in kabul edilmesi oldu.
İngilizce “Active Engagement-Modern Defence” başlığını taşıyan 11 sayfalık metin, liderler yemeğe geçtiği sıralarda Zirve’nin yapıldığı basın merkezinde, Zirve’yi izlemeye gelen 2500 gazetecinin eline ulaştırılmıştı.
“Stratejik Konsept”in “Kollektif Savunma” bölümünde “NATO üyeleri saldırıya karşı
Washington Anlaşması’nın 5. Maddesi uyarınca her zaman birbirlerine
yardım edecek. Bu yükümlülük sıkı ve bağlayıcı olarak kalıyor. NATO herhangi bir saldırı tehdidini ve tek tek Müttefiklerin ve bir bütün olarak İttifak’ın temel güvenliğini tehdit edecek nitelikte doğan güvenliğe ilişkin meydan okumaları caydıracak ve buna karşı savunacaktır” formülasyonu dikkat çekiyordu.
Bu, Türkiye’nin özellikle üzerinde durduğu “güvenliğin bölünmezliği” ve NATO Müttefiklerinin Türkiye’nin güvenliği konusundaki yükümlülüklerinin güvence altına alınması anlamına geliyor ve Türkiye’nin NATO’daki diplomasisiyle tam bir uyumu ifade ediyordu.
Böylece, Lizbon Zirvesi’nde Türkiye’de “
eksen kayması” iddialarına da bir nokta konmuş olması gerekiyor. Zira, Türkiye, Genel Sekreter Rasmussen’in “tarihi” diye nitelediği “Stratejik Konsept” belgesinin tüm isteklerine uyan bir içerikle kabulüyle “temel ekseni”nin NATO üyesi demokrasiler olduğunu
tescil ettirmiş sayılabilir.
Uçakta gelirken ve Lizbon’da yaptığımız sohbetlerde, “eksen kayması” tartışmalarına, Türkiye’ye yönelik bir “
psikolojik savaş” yürütüldüğü gerekçesiyle karşı çıkan ve “Türkiye asıl şimdi eksenini bulmuştur” diyen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün keyfinin sebebi de anlaşılabiliyor.
Soğuk
Savaş döneminin, NATO’nun sadece bir “kanat ülkesi” niteliğinde olan ve “kendisine söyleneni yapan” Türkiye’nin yerini, NATO’nun en önemli aktörlerinden biri olan ve söylediklerini NATO konseptleri haline getiren bir Türkiye almış durumda.
Abdullah Gül’ün gülerek “Türkiye olmasa konu yok. Her zirve 10 dakikada biter” dediği de bu olgu.
Lizbon Zirvesi, bu yeni ve değişik durumu tescil etmiş oldu.
Lizbon’dan çıkan dersler
Lizbon Zirvesi’ne gelen yolun hayli meşakkatli olduğu Abdullah Gül’ün şu sözlerinden anlaşılıyor: “Bu konu bizi kaygılandırıyordu. Füze meseleleriyle ilgili söylüyorum. Bugün Lizbon’da ulaşılan sonuç elde edilmeseydi, NATO’yu işletmeyen ülke durumuna düşerdik.”
Yani, İran odağında ortaya çıkan “füze kalkanı” konusu, Türkiye’nin tam da istediği biçimde bir NATO kararı haline dönüşmeseydi, bir “Türkiye-NATO krizi” ortaya çıkacaktı ve Türkiye’nin görüntüsü koca NATO’yu işletmeyen ülke gibi olacaktı.
Batı dünyası içinde zaten AB ile yeterince pürüz ve sorun yaşayan Türkiye’nin bir de NATO’nun “sorunlu ülkesi” olmasının, ileride Türkiye’yi büyük sıkıntılara sokacak sıkıntılar üretmesi kaçınılmazdı.
Lizbon’da bu “varta” atlatılmış, Türkiye elini güçlendirmiş, Batılı müttefiklerinin önemli bölümüyle ilişkilerini
tahkim etmiş bir ülke olarak NATO Zirvesi’nden çıkınca, Türk dış politikasını yürütenlerde neredeyse olağanüstü bir rahatlama ve mutluluk oluştu.
NATO Zirvesi’ndeki performansın AB’ye de yansıması ihtimali mevcut. AB’de
Kıbrıs Rum Yönetimi’nin üyeliğinin Türkiye’ye oluşturduğu sıkıntı NATO’da yok, çünkü Kıbrıs, NATO’da yok. Cumhurbaşkanı’nın tanımıyla “Onun için NATO’da ağırız.”
NATO’da sahip olunan ve Lizbon’da pekişen ağırlığı, Türkiye’nin elindeki “en önemli koz” ve Türkiye, Lizbon’da elde edilen “özgüven”le bu ağırlığı elinden çıkarmaya hiç niyetli değil.
Lizbon Zirvesi, Türkiye’yi “Batı kollektif güvenlik sistemi” içinde güçlü biçimde tespit etmiş oldu ve bu nedenle “eksen kayması” tartışmalarının ufkunu kararttı.
Etkisini “stratejik anlamda” geleceğe yayacak olan en önemli “Lizbon dersi” bu olsa gerek...