Mahsun Kırmızıgül’ün
Türkiye’de sinemacılık çıtasını bir adım daha yükselten filmini izlerken
İslam ve hoşgörüyü düşünmedim.
Rahmetli babamı düşündüm.
Babam
Bitlisliydi.
Oysa ben kendimi hep
İzmirli hissettim.
Neden?
Mahsun’un filmini izleyince bunu bir kez daha sorguladım...
Belki de benim İzmirli dedem yıllar sonra
kan davası gütmeyeceği içindir.
Ama sonuçta bir
tercih yaptığım kesin.
İzmir-Bitlis ayrımında, kan esasına dayanarak Bitlis’i değil İzmir’i seçtim.
Çünkü Bitlis, benim
gençlik çağımda geri olan her şeyi temsil ediyordu, İzmir ise moderni.
Bitlis’ten gelenler kız arkadaşlarımıza “bacım” diyordu, ben ise hoşlandıklarımın sevgilim olmasını istiyordum.
Bitlis babamın “baskıcı” ve “kuralcı”
aile ilişkilerini temsil ediyordu, İzmir kafana uygun geldiğine aradığın veya aramadığın akrabalarını.
Kendimi hep İzmirliyim diye anlattım.
Ertuğrul Özkök’ün anlattığı Avusturyalılar’dan biriydim ben.
İzmirli olduğum için değil, onun gibi yakın geçmişimle bağımı kopardığım için.
Anadolu’da göçmendik biz, belki de hala öyleyiz.
Ama Mahsun’un filmini izlerken anladım ki, ben kaçınılmaz bir biçimde Bitlisliyim.
Bitlis’i yıllar sonra ziyaret eden
Hacı değil, bendim.
O
yaşlı kadın Hacı’nın annesi değil, benim babaannem Gürcü Hanım’dı.
Ben Türkiye gibiydim.
Bir ayağı Doğu’da, Bitlis’te; diğer ayağı Batı’da, İzmir’de.
Benden büyük birine abi demem, benden yaşça büyük biri geldiğinde ayağa kalkmam Bitlisli yanım, Doğu yanım.
Ama benden yaşça ne kadar büyük olursa olsun, yanlış yapana karşı çıkmam İzmirli yanım.
Bir anlamda iki parçayım.
Bir yanım Bitlis bir yanım İzmir.
Mahsun’un filmi
Bana kişisel duygular yaşattı, kızımı ağlattı.
Benden de bir kaç damla
gözyaşı gelmedi desem yalan olur.
Futbolla kıyaslarsak, Şampiyonlar Ligi’nde gerçekten oynamaya, hatta finale kalmaya hak kazanan ilk filmimiz diyebiliriz.
Haluk Bilginer ve Mustafa Sandal olağanüstüydü ama Amerikalı oyuncular da çok, çok iyiydi.
Elbette asıl başarı onları bir araya getiren, ustaca yöneten Mahsun’daydı.
Filmden sonra
tebrik ettiğim Mahsun’un yanında Fatoş
Güney vardı.
Yılmaz Güney’in eşi, Mahsun’u bir anlamda kutsuyordu.
Ve de o bu kutsamayı hakediyordu.
“Bitlis’te beş minare” isterseniz eleştireceğiniz yönlerini bulabileceğiniz bir film.
Mesela Türkiye’de video önünde kafa kesen
örgüt olmadığını söyleyebirsiniz.
Veya filmin fazla muhafazakar yapıda olduğunu da söyleyebilirsiniz.
Ama bunu söylerseniz filmin özünü kaçırırsınız.
Müslümanlar kızabilir, Mahsun rahatsız olabilir ama benim anladığım şu, dinsiz, müslüman veya hıristiyan olmanız önemli değil, aslolan iyi bir insan olmanız.
Gerisi hikaye...
Koltuk kavgası
Aslında bu yazının başlığı “
CHP nasıl kurtulur?” da olabilirdi.
Son 30 yılda hiçbir seçimi kazanamamış, bu gidişle kazanması mümkün görünmeyen bir parti.
Ama kadroları “Nasıl
iktidar alternatifi oluruz?” sorusunu sormak yerine,
koltuklarını ve güçlerini koruma derdinde.
Aslında dünyanın en rahat işini yapıyorlar.
Sorumlulukları yok ama itibar ve güçleri yerinde.
Tatlı bir hayat sürüyorlar.
Ne işsizlik, ne ihracat, ne şiddetin sona ermesi, ne de
Kürt meselesiyle ilgililer.
Bu sorunların herhangi biri nedeniyle uykuları kaçmıyor.
Topu iktidara atmışlar, kendileri keyif yapıyor.
Bu halleri demokratik sürece ciddi
hasar veriyor çünkü Türkiye’yi solsuz siyasete mahkum ediyorlar.
Özal’ın alternatifinin
Demirel olmasından rahatsız olmadılar.
Bu gidişle Erdoğan’ın alternatifi
Numan Kurtulmuş olacak.
Sağın alternatifinin yine sağ olduğu, solculuğun bile müslümanlara bırakıldığı bir düzen yarattılar.
Helal olsun onlara...
Yeter artık
Oktay Ekşi yanlış bir yazı kaleme aldı ve bedelini
Hürriyet başyazarlığndan
istifa ederek ödedi.
Her gün gündeme getirip
hedef tahtası yapmanın anlamı yok.
Ben bakanların yerinde olsam, tazminat davalarını da geri çekerdim.
Sonuçta Ekşi kendi seçtiği koşullarda
veda etmedi gazetesine.
Patronuna ve kurumuna verebileceği zararı görerek ayrılmak zorunda kaldı.
Bu meslek için en ağır yaptırımlardan biridir.
Başka cezaya gerek de yoktur.
Bir de mahkemelerle uğraştırmayın adamı.