‘Postmodern Darbe’ ertesi, yani 28
Şubat Süreci’nin zirve yaptığı günlerdi. Haziran 1998’de
Erbakan-
Çiller koalisyon hükümeti düşürülmüştü. O günlerde ABD’nin tüm
Yahudi lobi kuruluşlarının başkanları ve temsilcilerinden oluşan bir
heyet Türkiye’ye gelmişti. Yanlarında uzun bir ‘görüşülecekler’ listesi ve bu listede
Fethullah Gülen’in de adı vardı. Görüşmeyi iptal ettiler.
Görüşmeyi iptal ettiler, çünkü kendilerine
Genelkurmay’da bir brifing de verilecekti ve eğer Genelkurmay’a gitmek istiyorlarsa,
Fethullah Gülen ile görüşmelerini iptal etmeleri gerekiyordu.
Amerikan Yahudi kuruluşları, Fethullah Gülen’le görüşmeyi önemsemişlerdi. Gülen, o tarihlerde Vatikan’da Papa ile biraraya gelmiş,
Müslüman dünya ile ‘Tevhidi’ dinlerin, bu arada Hıristiyanların yanısıra Yahudilerle de ‘dinsel hoşgörü ve
diyalog’ kavramı çerçevesinde ilişkilerin başını çeken bir din adamı olarak uluslararası ün ve saygınlık kazanmıştı. Türkiye’ye gelen heyet, onunla da görüşmeyi özellikle istiyor ve önemsiyordu.
Ama Türkiye’de aldıkları ‘duyumlar’ Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan olma sonucunu getirecek ve diğer randevularını imkânsız kılacak bir hale geldiği için, istemeye istemeye Fethullah Gülen’le görüşmelerini iptal ettiler.
Genelkurmay brifingi bizzat İkinci Başkanı
Orgeneral Çevik Bir tarafından verildi.
Çevik Bir, ABD Yahudi kuruluşları ve bizzat
İsrail nezdinde çok muteber bir isimdi. Nitekim, Washington’daki en önemli Yahudi kuruluşlarından biri olan JINSA, bir süre sonra ona, ilk defa ihdas ettikleri ‘Yılın Uluslararası Devlet Adamı’ ödülünü törenle vermişti.
O barkovizyonlu Genelkurmay brifinginde, Türkiye’nin ‘en büyük tehdidi’nin Fethullah Gülen ve genel anlamda ‘Fethullahçılar’ olduğu, Amerikan Yahudi kuruluşları heyetine anlatıldı. ‘Milli Görüş’ diye bilinen ve o günlerin ‘irtica’ kavramı ile özdeşleştirilen akım ve mensupları Fethullah Gülen ve ‘Fethullahçılar’ kadar ‘
tehlikeli’ değildi. ‘Çünkü onların eti budu, hacmi, kim oldukları’ belliydi ve nitekim Refah Partisi’nin
Necmettin Erbakan başkanlığındaki koalisyon hükümeti, işte, uzaklaştırılmıştı.
Oysa, Fethullah Gülen ve takipçileri ‘çok tehlikeli’ idi zira onlar ‘devletin içine sızıyor, yıllarca sabırla bekliyorlardı.’ Bu öyle bir tehlikeydi ki, bir sabah uyandığınızda ‘devlet ele geçmiş’ ve
Türkiye Cumhuriyeti, ‘irticanın eline geçmiş olabilirdi.’
Amerikan Yahudi kuruluşları temsilcilerine anlatılan mealen buydu.
Bunları ben nereden mi biliyorum?
O heyette yer alanlardan biri, Genelkurmay brifinginden 24 saat sonra Ankara’dan İstanbul’a gelmiş ve bana bütün bunları ayrıntılı biçimde anlatmıştı da, oradan biliyorum.
***
Aradan 12 yıl geçti ve Emniyet istihbaratının efsanevî ismi olarak kabul edilen Hanefi
Avcı bir kitap yayımladı ve aynı ‘tehlike’ tekrar gündeme önemli bir
tartışma konusu olarak giriverdi.
Ben kitapla ve içeriğiyle ilgili değilim. Dikkatimi çeken ‘Fethullahçı tehlike’ kavramının tekrar hayatiyet bulması. Artık ‘Fethullahçı’ da denmiyor, daha incelikli biçimde ifade ediliyor. ‘F tipi’nden Deniz Baykal’ın siyasi terminolojimize kazandırdığı haliyle ‘
Pennsylvania’ gibi. Artık şahısların ismi verilmeyecekse, ikamet ettikleri yerler, kavramsal bir nitelik kazanıyorlar. Örnek;
İmralı ya da Pennsylvania...
Şu ara en popüler deyim ise, adı geçen kitapta da yer aldığı biçimiyle ‘cemaat’.
Cemaat sözcüğü geçtiğinde ‘ne cemaati?’ diye sorulmuyor pek. Fethullah Hoca Cemaati olduğu hemen anlaşılıyor ya da o sözcük kullanıldığında o kastediliyor.
İlginç olan, ‘Cemaat’ ve ‘tehlike’ sözcüklerinin sanki
Türkçe sözlükte ‘eş anlamlı’ olması gibi algılanması.
Niye ‘cemaat’ ile ‘tehlike’ eş anlamlı sözcükler olsun ki?
Burada devreye ‘devlet’ kavramı giriyor. Çünkü, ‘cemaat’ devleti ele geçirdiği veya ele geçirmeye çalıştığı için.
Demek oluyor ki, buradaki keramet ‘devlet’te. Bir başka deyimle ‘devlet bürokrasisi’nde. Yani, Fethullah Hoca, Fethullahçılar ya da ‘cemaat’ de değil. Devletin, devlet bürokrasisinin kendisinde.
Burada şöyle bir mantık da kendiliğinden ortaya çıkıyor: Devlet ele geçirilebilen bir aygıt. Tabii, bu da şöyle bir anlam veriyor: Devlet ve bürokrasisi, birilerinin elinde ve onu elinde tutanlarda kalmalı. Eğer onu elinde tutanlardan başkası, ele geçirir veya geçirmeye kalkarsa, bu çok ciddi bir ‘tehdit’ olur ve bu bir ‘tehlike’dir.
Elbette ki, bir ‘hukuk devleti’nde böyle bir ‘tehdit’ ve ‘tehlike’ anlayışı olamaz. Çünkü, bir ‘hukuk devleti’, devlet denilen aygıtın tüm vatandaşları, o ülkedeki tüm inançlar ve ideolojiler karşısında eşit mesafede durduğu bir devlet biçimidir. Devletin
yönetici ilkesi ‘hukuk’ olduğu için, devlete yönelecek ‘tehdit’ ya da ‘tehlike’ de, ‘suç tanımı’na göre belirlenir.
‘Fethullahçılık’ her ne ise- suç mudur? Türkiye’de böyle bir suç tanımı var mı? Olabilir mi? Olmalı mı?
Fethullahçılığı ya da ‘cemaat’i suç diye algılayan zihniyet sahiplerinden birine, ‘Fethullahçılık nedir?’ sorusunu yöneltseniz, doğru
cevap alabilir misiniz? Bu, imkânsızdır.
Peki, ya ‘Cemaat’ mensupları, devlet bürokrasisinin içinde yer alıyorlar, yüksek makamlara tırmanıyorlar ve birbirlerini kolluyorlarsa?
Olabilir. Bu ‘suç’ mudur?
Bu kişiler her kim iseler, eğer görevleriyle ilgili işlemlerinde suç işliyorlarsa, o zaman ‘suçlu’ duruma düşerler, ‘Fethullahçı’ oldukları için değil.
***
Devlet bürokrasisi içinde yer alanlar düşünce sistemleri içinde ‘Kemalist’ olabilirler, ‘ulusalcı’ olabilirler, ‘komünist’ olabilirler, ‘sosyal demokrat’ olabilirler, ‘liberal’ olabilirler. Kim ne karışır? Görevleriyle ilgili ‘suç’ işledikleri noktada ise ‘suçlu’ olurlar; Kemalist ya da ulusalcı veya komünist, sosyal demokrat, liberal vs. oldukları için ‘suçlu’ olmazlar.
Cemaat mensupları için de aynı kriter uygulanmak zorundadır.
Türkiye, eğer ‘hukuk devleti’ ise veya olmak istiyorsa...
Somut olarak, devlet bürokrasisi için de hangi ‘Cemaat mensubu’ veya ‘Fethullahçı’ hangi suçu ve nasıl işlemiştir? Bunlar, adıyla sanıyla, işledikleri suça ilişkin delilleri ve somut kanıtlarıyla ortaya konmadıkça, Türkiye’yi Mc Carthyist bir iklime sürükleriz.
Tıpkı, ‘postmodern
darbe’ niteliğinde bir
askeri müdahale olan 28 Şubat’ın o kâbus günlerinde
olduğu gibi.