SETA Vakfı için geçen yılın sonlarında ‘
Türkiye’nin ‘Yumuşak Güç’ Stratejisi: Çok Kutuplu Dünya için Yeni bir
Vizyon’ başlıklı bir
rapor kaleme almıştım. İngilizce’den sonra
Arapça da yayımlanmış; dün İstanbul’da SETA’nın düzenlediği ve Arap dünyasından birçok katılımcının yer aldığı ‘Türk-Arap Forumu’ sırasında yedi ay önce yazmış olduğum metnin
Arapça’sını da edindim.
Birinci sayfasında gözüme ‘Eksen Kayması mı?’ arabaşlığı ve altında şu cümleler dikkatimi çekti:
“2009 yılının üçüncü çeyreğinde Batı dünyasının önde gelen
gazete ve
dergilerinde yoğun şekilde Türkiye’nin Transatlantik sistemden uzaklaşarak, yönünü güneye (
Ortadoğu’ya) ve doğuya (Asya’ya) çevirdiği bir eksen değiştirme süreci içinde olduğu yönünde yorumlar makaleler ve köşe yazıları yayımlandı.
Samuel Huntington’un ‘
medeniyetler çatışması’ varsayımının küresel entelektüel söylemin ana mevzularından biri haline geldiği 11
Eylül sonrası dünyada jeopolitik konumu açısından vazgeçilmez olan Türkiye’nin doğuya dönüşü medeniyet fay hattında önemli tektonik kayma anlamına geliyordu. Nitekim Türkiye’nin yönü,
batıdan doğuya, kuzeyden güneye herkeste bir merak uyandırdı. 2009 sonbaharının başından beri aşağıdaki şekilde bir başlık okumadığımız gün geçmedi neredeyse: ‘Batı Türkiye’yi nasıl kaybetti?’, ‘Türkiye Batı’yı terk ederse neler olur?’, ‘Türkiye artık bir müttefik değil’, ‘Türklerin doğuya dönüşü’, ‘Türkiye’nin
İran ve
İsrail’e kaygı verici yaklaşımı’, ‘yeni Türk lûgatı’, Türkiyesiz bir NATO’, ‘Türkiye İran’ın dostu mu?’, ‘Doğu’ya İslamî eksen’, ‘Avrupa’da hayal kırıklığı’, ‘Türkiye Doğu’ya bakıyor’, ‘Türkiye ve Ortadoğu: Doğu’ya ve Güney’e bakmak’.”
Geçen haftanın Batı basınına yansayan gazete, dergi ve inceleme raporu başlıklarından bahsetmiyoruz; yarım yıl öncesinden bahsediyoruz.
Yani?
Yani, şu son günlerin özellikle televizyon ekranlarına da taşınan hararetli
tartışma konusunda yeni bir şey yok. Üstelik o tarihte ne Gazze’ye
yardım filosuna Türk kanı döken
İsrail saldırısı vardı, ne de Türkiye’nin BM
Güvenlik Konseyi’ne İran’a
yaptırımlar konusunda ABD ve diğer daimi üyelerin karşısında kullandığı ‘
Hayır’ oyu.
Dolayısıyla, ‘
eksen kayması’ tartışmasının son gelişmelerden çok önce gündeme geldiği, getirildiği apaçık.
Peki ‘yeni’ olan ne?
Yeni olan,
Washington merkezli İsrail lobisinin medyadaki uzantıları üzerinden bu tartışmayı Türkiye’deki hükümete yönelik amansız yıkıcı bir kampanyaya dönüştürmüş olması.
***
Peki bu ‘
tehlikeli’ bir ‘trend’ mi?
Tümüyle tehlikesiz olduğu söylenemez. Söz konusu olan güçlü bir çevre. İsrail’in asıl gücü veya gücünün birkaç misli Washington merkezli
destekçilerinden kaynaklanıyor. Eli kolu uzun ve etkili bir çevreden söz ediyoruz. Türkiye’nin içinde ‘karşılığını’ bulduğu anda ‘çarpan etkisi’yle gücünü arttıran bir çevre bu.
Ama asıl tehlike ve ‘çarpan etkisi’ bu tehlikeden kaynaklanmıyor.
Tehlike, içerden ve hükümetin
Kürt sorunu karşısında bir yönüyle ‘mefluç’, bir diğer yönüyle ne yapacağını bilememekten ötürü ‘yanlışa sapmış’ halinden kaynaklanıyor.
‘Demokratik
açılım’ın birinci yıldönümüne yaklaştık. Başbakan’ın arada bir Dolmabahçe’de sinema sanatçıları, sahne sanatçıları, ses sanatçıları, yazı-çizi erbabı ve sporcularla yaptığı toplantılardangayrı ‘Demokratik açılım’dan söz edilecek bir durum ortada yok.
Buna karşılık,
PKK’nın ‘
silahlı çatışma’yı tırmandırması, buna karşı ‘operasyonlar’ın da artması (veya tersi; ama sonuç fark etmiyor) durumu var. Bu ‘şehit cenazeleri’nin,
subay eşlerini de kapsayacak şekilde dramatik boyutlara erişmesi ve ülkenin her yanına dalga dalga yayılan
öfke birikimi de cabası.
Bütün bunlar kadar önemli bir gelişme, KCK iddianamesinin tamamlanarak, yüzlerce kişinin PKK ile ilişkili oldukları iddiasıyla ağır cezalar alabileceği mahkemelerin başlamasının da arefesindeyiz.
Kürt sorununa ilişkin ‘negatif enerji’ her yeri öyle kaplamakta ki, bundan bir yıl önce Hasan
Cemal,
Kandil’de Murat
Karayılan ile
röportaj yaptığı zaman, bu, ‘silahsız yeni bir sayfa açılması’ konusunda toplumda heyecan yaratmış iken, ondan bir süre sonra
Murat Karayılan’dan daha alt rütbelilerle aynı konuda
mülakat yapan İrfan
Aktan ağır
hapis cezasına çarptırılıyor bugün.
Ekim 2009’da Habur’dan içeri giren ve büyük bir ‘uzlaşma’ ve ‘barışma’nın kapısını açacakları düşüncesiyle serbest bırakılan PKK’lılar, Haziran 2010’da PKK’lı oldukları için ve ‘pasaport kanununu ihlal ettikleri’ gibi suç isnatlarıyla mahkemelik oluyorlar ve hapishaneyi boylacaklar.
PKK’lıların ya da onların etkisinde ‘düz ovada’
siyaset yapmaya kalkışanları KCK iddianamesinin
sanıkları arasında görüyoruz. Aralarında bulundukları yerin üçte ikisinden fazla oyla, büyük
halk desteğiyle seçilmiş belediye başkanları da var. Hatta ‘KCK’ yani ‘PKK baskısı’ altında olduğuna dair hakkında
telefon kayıtları yayımlanan
Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman
Baydemir de 30 küsur yıllık
hapis cezası istenen bir sanık durumuna düşürülüyor.
Bütün bunlar Kürt meselesinin çığrından çıkması, ‘
Demokratik Açılım’ın sona ermesi, ‘şehit cenazelerinin artması’, karşılıklı toplumsal nefretin beslenmesi gibi sonuçlar vermeye
aday. Türkiye’nin ‘eksen kayması’ tartışmaları altında sıkıştırılmak istenen hükümetini iyice köşeye sıkıştırmak için, bu adımların atılmasından daha güçlü sonuç verecek hiçbir şey yok.
***
KCK’nın PKK ile ilişkisi bilinmeyen, çok şaşırtıcı bir şey mi? KCK’nın BDP üzerindeki etkisi hiç akla gelmeyecek türden bir
sürpriz mi? BDP (ve daha önce DTP) defalarca ‘PKK ile aynı taban üzerinde siyaset yapıyoruz’ diye zaten açıklamadı mı?
PKK’nın yasadışı ve silahlı bir
örgüt olduğu malûm.
Ama ‘Demokratik Açılım’ dediğiniz zaten, ‘nihaî kertede’ ve ‘barışcıl yollardan’ PKK’ya silah bıraktırmak ve PKK’lılar ile onların etkilediği tüm unsurlara ‘yasal siyaset yolları açmak’ değil miydi? İnsanları Kandil’den ve Güneydoğu’nun dağlarından indirmek, Avrupa’dan döneceklere ‘buyrun gelin artık’ demek, hapishanelerin kapılarını ‘artık özgürsünüz, bunun karşılığında yasal siyaset yapın çünkü yapabilirsiniz’ demek değil miydi?
Herhalde ‘Demokratik Açılım’dan umulan, Kandil’den ve Güneydoğu’nun dağlarından insanların inmesi, Avrupa’ya çıkmış yüzlerce, binlerce kişinin gelmesi ve hep birlikte ‘Teslim oluyoruz; bizi içeri tıkabilirsiniz’ demeleri değildi.
Hal böyle ise, KCK’lıları içeri tıkıp ağır ceza tehdidi altında yargılamak ne demek?
BDP’lileri içeri atmak, kollarını kanatlarını kırmaya çalışmak demek. Belediye başkanlarını içeriye atmak ve onların kimi yerde ezici çoğunluğa sahip seçmenlerine ‘sizin oyunuz geçersizdir’ demek.
Ama bundan da önemlisi ‘ovada siyaset yok’ ilânı yapmak demek ve dolayısıyla ‘ovada siyaset yapmak’ isteyenlere, ‘size burada hayat yok, gidin dağa çıkın; sizinle savaşalım’ demek.
Bunun, tam da PKK’nın şu andaki politikasına ‘
lojistik destek’ sağlamaktan başka somut anlamı yok.
Bunun, Washington’da bazı merkezlerden pompalanan ve
Tel Aviv’den de desteğini bulan kampanyaya Türkiye’nin içinden ‘katkı sağlamak’tan başka anlamı da yok.
Hükümetin, kendisinden de önce ‘Türkiye’nin selâmeti’ açısından ‘yol haritası’nı bir kez daha gözden geçirmesinde ise sonsuz yarar var.
Şu soruyu sormak yanlış olmaz: Türkiye’ye yönelik büyük tehlikenin gerçek adresi neresi?
Doğru
cevap üç şıktan biri olabilir:
a. Washington (Tel Aviv)
b. Diyarbakır (
İmralı-Kandil)
c.
Ankara (bir bölümü)