‘Yüzleşme ve rehabilitasyon’ başlıklı Taraf’ta yayımlanan dünkü yazının altındaki imzayı görünce durdum. Cem Madra. Kendisinden beklenebilecek bir muziplikle, isminin altına ‘Memur’ diye bir
sıfat iliştirivermişti.
Bizim Cem bu. Doğumundan bu yana değişmedi, keskin bir
zeka, tertemiz bir yürek. Yazıyı okurken epeydir görmediğim yüzü gözümün önüne geldi. Çok yakın arkadaşımız olan babasının devraldığı ‘Açık Radyo’ fikri ilk kez onun zihninde uyandığı
vakit, heyecanla bu fikrini paylaştığı andaki yüz çizgilerini hatırladım. ‘Yüzleşme ve rehabilitasyon’ başlıklı yazı, o içten çocuksu heyecanın tam tersine, görmüş geçirmişlikten gelen bilgelikten süzülmüş gibiydi.
“
Tarihin hızlandığı dönemlerden birine tanıklık ettiğimize kuşku yok... Gözümüzün önünde, ayaklarımız altında, içine
doğup büyüdüğümüz asırlık koca bir rejim bütün kurumları ve ideolojisiyle çatırdıyor” diye başlayan bir yazı; “
Karanlık dağıldıkça, yıkıntıların altından ‘hortlaklar’, ‘tarih öncesi köpekler’, akla hayale gelmeyecek canavarlar çıkıyor meydana; tarih ve gerçekler birbir dökülüyor ortaya, buz gibi. Mesela, vatanı düşmandan kurtarıp, Cumhuriyeti kuran Ulu Önder’imizin anlayış, amaç ve yöntemlerinin, çağdaşı diğer Avrupalı diktatörlerden aslında pek de farklı olmadığını keşfediyoruz hayretle...” diye devam ediyor.
Yazının anlatmak istediği, son yüz yıllık tarihimizin çok sayıda ‘yüz kızartıcı’ olay barındırdığı, çok kanlı ve trajik gelişmelere sahne olduğu ve bizim bunları dehşetle yeni yeni keşfettiğimiz ve artık bundan böyle ‘bilmiyorduk’ deme lüksünü yitirmeye başladığımız. Dolayısıyla, ‘çıkış yolu’ olarak ‘yüzleşme’yi öneriyor; ‘günah çıkarmayı’ veya ‘birileriyle hesaplaşmayı’ değil.
***
Son yıllarda olan-bitenler, bu ‘yüzleşme’ çağrılarının artması, tarihi yeniden ve kendi ‘revizyonist’ tarihçilerimizin aracılığıyla okumak ve öğrenmek çok yararlı. Toplumumuzu sancı çekse de dönüştürüyor, olgunlaştırıyor, büyütüyor.
Bu anlamda, tarihimizin ‘can sıkıcı’, görmeyi, duymayı ve en önemlisi ‘bilmeyi’ hiç arzulamadığımız sayfalarını açanlara, ne denli
öfke duyulursa duyulsun, onlar hangi hakaretlerin hedefi haline getirilirlerse gelsinler, aslında ‘geçmişle dürüst yüzleşme’ye katkıda bulundukları için, ülkemiz ve toplumumuz için önemli bir ‘gelecek güvencesi’ sunuyorlar.
Radikal’da dün iki çok çarpıcı yazı okudum. Biri eski bir
Kültür Bakanı olan
Namık Kemal Zeybek’e ait, diğeri bir
Ankara akademisyeni olan Türker Alkan’a.
Zeybek “Bugünkü
Ermenistan’da ya da dışarıda yaşayan Ermenilerin önemli bir kısmının atalarının ‘Gregoryen Türkler’ olduğu bilinen bir konudur” diyor. Bilmediğimiz bir şey daha çıktı. Meğerse Ermeniler ‘etnik köken’ itibarıyla ‘Gregoryen Türkler’miş. Gagavuzlar gibi bir şey olmalı. Zeybek, yazının bir başka yerinde bir başka ‘gerçeği’ hatırlatıyor: “
Kürt adı altında toplanmaya çalışılan ama birbirleriyle ilgisi anadili
Türkçe olanlarla ilgileri kadar olan Kırmanç ve Zaza topluluklarının önemli bir kısmının da ana dillerini yitirmiş Türkler olduğu bir gerçektir. Kırmançların ve Zazaların çok eskilerden Türkçe konuşan ama Farsça’nın yoğun etkisiyle dilleri değişen Türkler olduğu iddiası sanıldığı kadar temelsiz değildir.”
Böylece Ermenilerin ve
Kürtlerin aslında ‘Türk’ olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Ermeniler, ‘dini
Hristiyan-Gregoryen’ Türkler, Kürtler ise Farsça’nın etkisiyle dilini zaman içinde yitirmiş Türkler.
Bu arada, geçenlerde Neşe Düzel’e konuşan tarihçi Prof. Selim Deringil’in ‘
Anadolu halkının Orta
Asya Türk kökenli oranı yüzde 3’tür’ görüşünü bu ‘yeni bilgiler’ ışığında gözden geçirmesi gerekecek.
‘Revizyonist tarihçiler’den ‘Tarih-Lenk’in yazarı Prof. Y. Hakan
Erdem, bir seferinde
‘
Cumhurbaşkanlığı forsunda bulunan 16 Türk devletinin bir bölümü Türk değil, bir bölümü d
e devlet değil’ demişti. Bu yeni ‘antropoloji’ ve ‘etnoloji’ bilgilerini onun da dikkatine getiriyorum.
Yine dünkü Radikal’de Türker Alkan’ın şu satırları çok genel bir anlayışı yansıttığı için üzerinde
durmaya değer:
“... Tehcir elbette yanlış bir karardı. İnsanlar evlerinden zorla alınıp dağlardan bayırlardan Suriye’ye sürüldü. Ölen öldü, kalan da bizim olmadı. İyi de şimdiki Yugoslavya’dan aç biilaç Manisa’ya göç ederken yollarda ölen binlrece
Müslüman Türk’ün anısından kimse özür dilemeyecek mi? Kimsenin onlardan özür dilemeye niyeti yok galiba. İyisi mi ben kendi adıma özür dileyeyim.
Hrant Dink de dahil olmak üzere, yalnız 1915’te değil, bundan önce ve sonra sırf Ermeni oldukları için öldürülen bütün Ermenilerden... Ermenilerin kestiği bütün Türklerden ve Kürtlerden... Bulgar ve
Yunan çetelerinin öldürdüğü Arnavutlardan ve Türklerden... Kendi adıma özür diliyorum. Ne işe yarayacağını bilmesem de!”
Hiç bir işe yaramayacak. ‘Bir işe yaramayacağı’na dair duyduğu kuşkus haklı. Hiçbir işe yaramayacak, çünkü özür dilemiyor; ‘özür metaforu’ üzerinden polemik yapıyor.
‘Geçmişle yüzleşme’, geçmişle gerçekten ve içtenlikle ve hiçbir gerçeğin üzerini örtmeden yapılırsa, ‘rehabilitasyon’ gerçekleşir. ‘
Özür’e gerek yok. Hele sinik bir polemik aracı olarak hiç yok.
***
Bizim Cem, “Biz yenilmedik, aynı rejimle bugünlere kadar geldik. Ve şimdi bu rejim yıkılıyor, içeriden, kendiliğinden, tıpkı Doğu blokundakiler gibi, muhtemelen miyadını doldurduğu için, inandırıcılığını kaybettiği için” diyor yazısında ve ardından ekliyor: “Şu son 30 yılda, ülkemizde herkesin kabul ettiği bir iç savaşta onbinlerce kişi öldürülüp, yüzbinlercesi de zındanlarda çürürken; köyler yakılıp, kafalar, kulaklar kesilirken ve ‘leşler’ televizyonlarda günbegün teşhir
edilirken biz neredeydik hakikaten? Nasıl yaşıyor, neler düşünüp, neler konuşuyorduk?”
Hadi 1915’i bilmedik, öğrenmedik, duymadık. Son 25 yılda yaşanmış acıları da fark etmedik; peki bu rejimin ‘yıkılmakta olduğu’, ‘kendi içine doğru çöktüğü’ şu günlerde olan-bitenin de mi farkında değiliz?
Aslına bakarsanız, herkes her şeyin farkında. Zaten onun için bu rejim, miyadını doldurdu,
inandırıcılığını kaybetti ve ‘kendi içine doğru çöküyor’...