Genelkurmay Başkanı
Orgeneral İlker Başbuğ’un başında bulunduğu kurumun haksızlığa uğradığı duygusuyla ‘Yeter yahu’ diye haykırışı yazı başlıklarına geçti. ‘Sabrımızı taşırmayın’ diye öfkesini dışavurumu da haber başlıkları oluşturdu.
Oral Çalışlar’ın bugünkü yazısını yayımlanmadan önce okudum. “‘Silahlı güç’ ile ‘
sabır taşması’nın buluşmasından doğan sonuçlrı defalarca görmüş bir
toplum olarak, silahlı bir gücün sabrının taşması haline başımıza neler gelebileceğini tasavvur etmemiz hiç zor değil” diye çarpıcı bir cümle iliştirmiş yazısının başına.
Oral Çalışlar’ın ima yoluyla ifade ettiği kaygı, Türkiye’nin yakın geçmişteki siyasi siciline bakıldığında pekâlâ geçerli. ‘Yok canım, artık askeri
darbe olmaz; askeri darbe dönemi kapandı’ diye geçiştirilmesi mümkün olmayan, bir
demokrasi açısından kirli bir siyasi sicili var Türkiye’nin.
1960, ardından 1971, onun ardından izdüşümü olanca kalınlığıyla hukuk sistemimizde, yargıda,
siyaset arenasında, her yerde süregelen 1980 ve bütün bunları daha da derinleştiren 28
Şubat (1997) ve şunun şurasında 2007’de ‘
elektronik muhtıra’ yoluyla bir askeri darbe ve müdahaleler zinciri söz konusu.
Bu sicile ve günün
tartışma ve daha da önemlisi adli
soruşturma ve yargı konularına (
Ergenekon) baktığımızda, Oral Çalışlar’ın ima ettiği kaygının tümüyle yersiz olduğunu kim söyleyebilir?
***
Yine de Orgeneral İlker Başbuğ’un ‘sabrımızı taşırmayın’ sözcüklerinden neyi murad ettiğine ilişkin açıklamasından ferahlayabiliriz. Şöyle diyor Başbuğ: “Biz her şeyimizi hukuk devleti sınırları içinde yaparız. Sabrımız taşmasından kastım şudur: Biz bütün bu olayların ve yapılanların arka planını biliyoruz. Birileri gerekeni yapar diye susuyoruz. Çünkü devlet adamıyım. Devlet adamı gibi davranmam lazım. Devlete ve hukuka saygımız var ama bunun da bir sınırı var.
Sınır aşılırsa bildiklerimizi halkla paylaşmaya başlayacağız.”
Bu ifade, ‘sabrımızı taşırmayın’ sözünün Oral Çalışlar’ın anladığından farklı bir anlam taşıdığını düşündürtüyor. Ancak ‘devlete ve hukuka saygı sınırı’nın ne olduğu ve nasıl aşılabileceğinden neyi kastettiği muğlak. ‘Olayların ve yapılanların arka planı’ olduğunu ve bunu bildiklerini ise açık açık söylüyor
Genelkurmay Başkanı. O ‘bilgileri’ halkla paylaşabileceklerini de.
Saydamlık, ki bir demokrasinin
yönetici sınıf açısından ayrılmaz ögesidir, gereği olarak, bizce bu ‘bilgiler’ ve ‘arka plan’ın halkla paylaşılmasında yarar var. Öyle yapıldığı takdirde, ‘sabrımızı taşırmayın’ veya ‘yeter yahu’ gibisinden öfkeli ve kafa karıştırıcı, siyasi ortamı geren ifadelerde bulunmanın zemini de ortadan kalkar, herkes,
ülke rahatlar.
Aslında ‘yeter yahu’ haklı bir feveran ama tam da ters nedenle öyle. Türkiye’nin son yıllarının belki de en anlamlı, en ‘sinerjik’
sivil gücü doğdu bugünlerde. Siyasi
cinayetlere
kurban giden aileler -gayet geniş bir siyasi yelpazeye yayılmış durumdalar- ‘Toplumsal Bellek Platformu’ adı üzerinde biraraya geldiler. Böyle bir şey hiçbir
vakit olmamıştı.
Ta 1948’de Sabahattin Ali’nin öldürülmesiyle, mezarı bile olmayacak şekilde ortadan kaldırılmasıyla başlayan siyasi
cinayetler zinciri, bazen geniş aralıklarla, kimi zaman sık ilmeklerle birbirine eklenerek 2007’deki
Hrant Dink cinayetine dek uzanıyor.
Bu zincirin halkaları, 12
Eylül 1980 askeri darbesinden önce sık aralıklarla birbiri üzerine ekleniyor; Doğan Öz,
Kemal Türkler, Cevat Yurdakul ve
Abdi İpekçi cinayetleri gibi. Arada Çetin Emeç,
Musa Anter, niceleri var. Uğur
Mumcu cinayeti,
Madımak Katliamı gibi 1997’de 28 Şubat öncesinde de bir ivme kazanıyor. 2007’deki Hrant
Dink cinayeti gibi vicdan kanatmaya devam ediyor. Hrant Dink cinayeti, 2007’de yaşanan ve bambaşka türde bir askeri müdahelenin yaşandığı dönemin öncesinde gerçekleşti, ne hikmetse...
Ve, bu cinayetlerin ‘arka planı’ aydınlatılmış değil.
Yeter yahu!
***
2010 yılının Ocak-Şubat aylarında 1948-2007 siyasi cinayetler zincirinin her bir halkasının yaktığı
ocaklardaki insanlar, Türkiye’nin her biri kendi alanında yeri doldurulmaz değer ifade eden cinayet kurbanlarının en yakınları bir araya geldiler. ‘Toplumsal Bellek Platformu’ olarak. Adalet istiyorlar.
Adalet, giden ve geri gelmez canlarının onlardan alan cinayetlerin ‘arka planı’nın aydınlatılması ve ortaya çıkartılması.
Bu, elbette ki, bir ‘kişisel vendetta’yı ifade etmiyor. Onların
adalet arayışı, aslında tüm toplumun meselesi, ülkenin tarihindeki kirlerin silinmesi ki,
temizlenmiş vicdanlarla önümüze bakabilelim.
Yoksa giden gitti. Giden geri gelmez. Ateş düştüğü yeri yakar. Herbirinin ateşi düştüğü yeri yaktı zaten.
Onları en canlarından alan cinayetlerinin ‘arka planı’nın ortaya çıkartılması, ‘Toplumsal Bellek’in diri kalması tüm ülkenin, tüm toplumun önüne temiz bir sayfa açarak bakabilmesinin ‘olmazsa olmaz’ şartı; hepimizin meselesi.
Daha bu yönde hiçbir şey yapılmış değil. Yapılmış olsa, yapılıyor olsa daha dün Hrant Dink’in Agos gazetesinin
internet sitesi elektronik taarruzla çökertilmezdi. Agos’un internet sitesini dün açanlar, Hrant’ın
katil zanlısı Ogün Samast’ın fotoğrafını buldular. Sayfada ‘Ogün Samast’a
selam olsun’ cümlesi, tehdit mesajı ve ‘Ya Sev Ya Terket’ ifadesiyle.
‘Toplumsal Bellek Platformu’nda bir araya gelen ailelerin ‘Adalet İstiyoruz’ talebiyle en yakınlarını yitirdikleri siyasi cinayetlerin ‘arka planı’nın ortaya çıkarılmasını istemeleri, bu durumda daha da anlam kazanıyor.
Onlar gibi, bizlerin de demek istediği çok açık ve ülkenin önünün açılması için çok gerekli. Kısacası şu:
Yeter yahu!