Türkiye niçin 'her tarafa doğru' gidiyor?


İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband ile önceki akşam İstanbul’da çok dar katılımlı bir yemekte beraberdim. David Miliband, 44 yaşında, cin bakışlı, İngiltere’nin gelecek başbakan adaylarından biri. Polonyalı Yahudi kökenli ve ünlü Marksist kuramcı Ralph Miliband’ın oğlu. Ankara’da Ahmet Davutoğlu ile 3 saat, Tayyip Erdoğan’la 1 saat olarak tasarlanmış görüşmelerinden önce ‘Türkiye nereye doğru gidiyor?’ sorusunu araştırıyordu. Bu soru son günlerde Transatlantik sisteminin iki yanında, ABD ve Avrupa’da sıkça sorgulanıyor. Amerikan ve Avrupa basınına bu konu ile ilgili yazılar yağmur gibi iniyor. David Miliband, Türkiye’nin AB katılımının en hararetli destekçilerinden biri. Gece boyu bizi dinledikten sonra vardığı sonuç, ‘Avrupa’nın Türkiye’yi daha güçlü biçimde kucaklaması gerekiyor’ oldu. David Miliband ile buluşmadan birkaç saat önce Ankara’da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün USAK’ın (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu) gerçekten iyi ve uzak görüşlü bir düşünce kuruluşuna yaraşık yeni binasının açılış töreninde ‘Yeni Dönemde Türkiye’nin Dış Politikası’ başlıklı konuşmasını dinlemiştim. Cumhurbaşkanı Gül, konuşmasının ilk bölümünde söz konusu tartışmalara değinme gereği duydu. ‘Burada özellikle vurgulamak istediğim, bazılarının, özellikle son dönemlerde ‘Türkiye nereye gidiyor?’, ‘Türkiye doğuya mı gidiyor?’, ‘Türkiye hangi istikametlere gidiyor?’, sanki Türkiye şaşırmış, denizin ortasında dalgalara göre sürüklenen bir ülke gibi algılamalarıdır’ dedi ve devam etti: “Hiç böyle değildir... Türkiye’nin ne yaptığı bellidir... Türkiye, tabii ki hem doğuya hem batıya hem kuzeye hem güneye, her tarafa gitmektedir.” Abdullah Gül, ‘önemli olan nokta’ olarak ‘Türkiye’nin değerleri hangi istikamette gitmektedir’ sorusunu ortaya atarak, bu ‘istikâmeti’ demokratik değerler, hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı, şeffaflık, hesap verebilirlik, kadın-erkek eşitliği, serbest piyasa ekonomisinin işlerliği olarak tanımladı. Türkiye, gerçekten bu ‘yön’e doğru yol alıyorsa, sorun yok demektir. *** Yine de Türkiye’nin dış politikasının son dönemde özellikle Ortadoğu’daki olağanüstü hareketliliği, Batı’da kaşları havaya kaldırıyor ve ‘Türkiye nereye gidiyor?’ sorularının altı çizilerek sorulmasını engellemediği gibi, tersine bunu teşvik ediyor. The Economist, Türkiye’nin, kendi deyimiyle ‘yeni, doğuya doğru bakan dış politikası’nın kökleri olarak kaydettiklerini bir kez daha hatırlayalım: “Türkler şimdi tüccarların ve diplomatların iyi niyetli giysileriyle tekrar Ortadoğu’dalar. Coğrafi yakınlık, Türk ekonomisinin gücü, onlarca yıl laiklik dayatmasından sonra İslami duyguların canlanması, Avrupa Birliği’ne katılma görüşmelerinin ayak sürümesinden duyulan can sıkıntısı göz önüne alınırsa, doğaldır. Gerçekten, Türkiye’nin Ortadoğu taarruzunun ivmesi adeta bir istila boyutunu almıştır ama bu barışçıl türdendir.” İ-Stock Analysis adlı bir ulusla-rarası borsa ve uzmanlık yayınında Steve Clemont imzalı ‘Understanding Turkey’s Foreign Policy’ (Türkiye’nin Dış Politikasını Anlamak) başlıklı yazı, The Economist’in değerlendirmelerinden yola çıkarak, bunları daha da ileri götürüyor ve Türkiye’nin Ortadoğu’da ABD’den de giderek ‘özerkleşen’ ve ‘bağımsızlaşan’ dış politikasına olumlu biçimde anlam yüklüyor. Aslında birçok Türk’ün de kafasını karıştıran son dönem Türkiye dış politikasının anlamlı ipuçlarını, Avrupa’nın en parlak stratejik beyinlerinden biri olan eski Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fischer’in önceki gün Radikal’de yayımlanan ve Berlin Duvarı’nın yıkılışı yani Soğuk Savaş’ın sona ermesinin 20. Yıldönümü nedeniyle kaleme aldığı ‘Dünyanın güç terazisi altüst oldu’ başlıklı yazısında bulmak mümkün. O yazının özellikle şu bölümünde: “9 Kasım 1989 sadece Soğuk Savaş’ın bitişinin değil, yeni bir küreselleşme dalgasının başlangıcının da habercisiydi. Bu yeni dünya düzeninin gerçek kazananları yükselişteki büyük ülkeler, en başta da Hindistan ve Çin. Bu ülkeler küresel ekonomik ve siyasi gelişmelerin rotasını giderek belirler hale geliyorlar. Sanayileşmiş Batı ülkelerinin kulübü mahiyetinde G8 artık geçmişte kaldı; onun yerini, yeni dünya düzenindeki iktidar paylaşımının formülünü bünyesinde barındıran G20 aldı: O formülün adı G2, yani ABD ve Çin. Bütün bu değişimler gücün Batı’dan Doğu’ya, Avrupa ve Amerika’dan Asya’ya dramatik biçimde kaymasının yansıması. Muhtemelen önümüzdeki 20 yıl içinde 400 yıllık Avrupa merkezcilik sona erecek.” Şimdi gelin bunu Türkiye’nin ‘yeni dış politikası’na tercüme edelim: Türkiye, bir G20 üyesi. Türkiye’nin bu yeni kimliği ile güttüğü dış politika ise ‘gücün Batı’dan Doğu’ya, Avrupa ve Amerika’dan Asya’ya dramatik biçimde kaymasının yansıması. Türkiye bakımından bu ‘kayma’ kendisini öncelikle Ortadoğu’da, daha sonra İran ve Kafkasya üzerinden Afganistan-Pakistan eksenine ve Türki cumhuriyetlerin yani Orta Asya’nın enerji ve ticaret alanlarına, yeni ‘İpek Yolu’ güzergâhına doğru yönelmesinde gösteriyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ‘Türkiye tabii ki hem doğuya hem batıya, hem kuzeye hem güneye, her tarafa gitmektedir’ sözlerini de bu çerçeve içinde anlayabiliriz.’ *** Buradan anlamamız gereken bir önemli ‘şey’ daha var: İsrail ile ilişkilerin soğuması. Türkiye bir ‘bölgesel güç’ haline doğru, hem kendi dönüşümü ve hem de ‘muhtemelen önümüzdeki 20 yıl içinde 400 yıllık Avrupa merkezcilik’in sona ereceği uluslararası dinamiklerin etkisiyle yol aldıkça, İsrail ile ilişkilerinin ‘eski seyrinde’ olması imkânsızdı. İsrail, ‘Avrupa merkezli’ ulusla-rarası sistemin ‘Amerikan koruması’ altında varlığını sürdüren bir ‘bölgesel antite’. Dolayısıyla ‘sistemik’ değişimin sinyalleri, Türkiye-İsrail ilişkilerinin eski kalıbında bulunmasına engel. Türkiye-İsrail ilişkilerinin geldiği noktayı, Tayyip Erdoğan’ın ‘ideolojik yanı’, ‘kişiliği’ ‘sinir sistemi’ gibi sübjektif unsurlardan arındırarak ‘objektif ölçüler’ içinde değerlendirirseniz, varacağınız mantıklı sonuç budur. Nitekim, Türkiye-İsrail ilişkileri konusunda uzman bir isim olan Barry Rubin, ‘Türk-İsrail İttifakı Sona Ermiştir’ başlıklı yazısında Türkiye’nin İsrail’e karşı aldığı tavra ABD’nin fazla ses çıkartamayacağına işaret ederek şunları belirtiyor: “Özellikle sorgulanması gereken bu konuyla ilgili ABD açısı. AKP rejimi, ABD çıkarlarıyla işbirliği yapmıyor ve saygı göstermiyor; ama ve bu davranışından ötürü bir fiyat ödemediği için gıpta edici bir konumda. Bu durum Bush yönetimi döneminde ve Irak’ın 2003’teki işgaliyle başladı ama Obama yönetimi döneminde daha da gelişti. Yeni Başkanı Türkiye’yi modern, ılımlı bir İslam ülkesi olarak gördüğüne ve herhangi bir kimseye baskı uygulamakta isteksiz olduğuna göre, Beyaz Saray, Türkiye’yi yaptıklarında serbest bırakmış oluyor. AKP, dolayısıyla, Ankara’nın Washington nezdindeki konumunu sürdürebilmek için artık İsrail’e ihtiyaç duymuyor. Bir yandan Amerika nezdindeki statüsü güvenli, diğer yandan İsrail bağlantısı Türk rejimi için daha az önemde. İsrail ise Ankara’nın kendisine yönelik hasmane hatta hakaretamiz tutumuna ilişkin maliyet çıkartmak bakımından iyi bir konumda değil. İsrail’in siyasi karar vericileri özel ilişkinin son bulduğunu biliyorlar, bu konuda hayale kapılmıyorlar.” İsrail’in en çok satan gazetesi Yedioth Aharanoth’da dün bir yazıda ‘Türkiye, zücaciyeci dükkânına giren bir fil gibi davranıyor ve anti-İsrail sloganlar yükseltiyor ve biz burada bunun geçmesini bekliyoruz... Aslında alevler daha da yükseliyor. Türkler İsrail’in dayak yemiş karı rolünü kabullenmiş olduğunu öğrendiler’ cümlesi dikkat çekiyor. Bu ‘yorum’, ilişkilerin uğradığı dönüşümün yapısal özelliklerine ilişkin yukarıda alıntıladığımız Barry Rubin’in verdiği ‘hüküm’ün bir başka dille telâffuz edilmesinden başka bir şey değil. Yine de birçok Türk, ‘yeni’yi anlamakta zorlandığından, kafaları karıştığından Türkiye’nin İsrail ve İran ile ilişkilerinde son dönemlerde ortaya çıkan manzarayı anlamakta ve bunu anlamlandırmakta zorlanıyorlar. Demek ki, bu konuya sürekli dönüp, neyin niye olduğunu ve başka türlüsü olamayacağından öyle olduğunu anlatmaya devam edeceğiz...
<< Önceki Haber Türkiye niçin 'her tarafa doğru' gidiyor? Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER