‘Son yıllarda
Türkiye ekonomik dinamizmi, enerjik ve kendine güvenli diplomasisi ve
Kuzey Irak ve
Kıbrıs gibi en derin dış
politika sorunlarını göğüsleme çabaları göstermesinden ötürü uluslararası camianın övgüsünü kazandı.
Dışişleri Bakanı
Hillary Clinton, ABD’nin küresel sorunları çözmek için aktif biçimde
işbirliği yapacağı yedi yükselen güçten biri olduğunu söylemişti. Ama Türkiye, bırakın küresel güç olmayı, henüz, hükümetinin olduğunu ilan ettiği bölgesel bir oyunu bile değil.’
Bu satırlar Foreign Affairs dergisinin
Kasım-
Aralık 2009 sayısında ‘
Turkey’s
Transformers’ (Türkiye’nin Dönüşümcüleri) başlığı ile yer alan 11 sayfalık yazının girişi. İki yazarı var. Tanıdık. Biri,
Washington’da Türkiye’yi en iyi bilen ve ilgisini, ilişkisini hiç kesmeyen isimlerin başında gelen 1990’ların başındaki ABD’nin
Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz; diğeri Türkiye (
İstanbul) kökenli Prof.
Henri Barkey. Washington’da onun Türkiye bilgisi ve ilgisi tartışılmaz.
Her ikisi, üstelik Türkiye üzerinde hem de Foreign Affairs’de yayımlanan ilk kez bir ortak
makale kaleme alınca ‘çok önemli ve kalıcı bir referans noktası’ oluşturmuş olabileceklerini düşünmüştüm. Öyle çıkmadı. İçinde üzerinde düşünmeye değer elbette dikkat
çekici tespitler varsa da, Ak Parti
dış politikasına bir-iki haklı nokta dışında hiç ‘orijinal’ olmayan
eleştiriler yönelten, esas olarak zihinlerde pek iz bırakmayacak cinsten bir yazı olmuş.
Washington’da ‘kraldan ziyade kralcı’
İsrail yanlıları ya da ‘İsrail sağı’nın bildik Türk sözcülerinin ‘hasmane’ eleştirilerinden çok farklı, hatta onlara taban tabana zıt; belirli bir düzeyi tutturan ‘dostane’ eleştiriler yapıyorlar.
Sorun, Ak Parti dış politikasının eleştirilmesinde değil. İki yazarın eleştirilerini dayandırdıkları bakış açısında; uluslararası sisteme ‘statik’ ve ‘konvansiyonel’ bakış açısından sıyrılamamış olmalarında.
Amerikalıların ezici çoğundan daha iyi bildikleri Türkiye’yi doğru anlamayı da bu nedenle kaçırıyor olmalılar. 11 sayfalık makalelerinin bir yerinde yer verdikleri şu gözlem çok doğru:
“Türkiye bir zamanlar olduğundan çok daha kompleks bir
ülke haline geldi. Washington onu bildiğini varsaymamalı.”
Bunun ardından gelen şu tespit çarpıcı: “Türkiye ile ABD arasındaki stratejik yakınlığa ilişkin bitmez tükenmez retorik somut politika yerine geçemez.”
***
Hükümete Washington’dan ‘hasmane’ eleştiriler yöneltenlerin iddiası, “Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırıp, Araplara,
İran’a,
İslam dünyasına yanaştırması.” Washington’dan yöneltilen ‘dostane’ eleştiri ise bu kadar kesin bir dille konuşmuyor ama ‘Batı’dan uzaklaşma’ ihtimali, en azından bir ‘kaygı’ olarak bilinçaltlarına sinmiş vaziyette.
Türkiye’ye Tuna’nın batısı ya da
Atlantik ötesinden değil de, bölgeden bakınca farklı değerlendirmeler yapılabiliyor. Önceki yazılardan birinde sözünü ettiğim Lübnanlı Paul Salem’in ‘Bu Yüzyıl
Ortadoğu’da Türkiye’nin Yüzyılı Olabilir’ başlıklı Al
Hayat yazısında bakın aynı konuya nasıl yaklaşıyor:
“Güvenliğin ötesinde, Türk politikasındaki kaymanın bir de politik ve ideolojik yönü var. Kendi
Müslüman ve
Osmanlı geçmişlerini reddederek kestirip atan önceki yılların radikal Kemalistlerinin tersine, Ak Parti gücünü Türkiye’nin Müslüman kimliğinden derliyor ve Osmanlı geçmişine neredeyse nostaljik
bir bakışla güneydoğudaki komşularına yaklaşıyor. Ankara
Avrupa iddiasını terketmemekle birlikte, Avrupa ailesinin reddedilmiş evladı olmaktan Müslüman ailenin potansiyel babası olmaya doğru gidiş
onu ferahlatıyor.”
Paul Salem, Türkiye’nin, bölgenin hemen her yerinde fark edilen, görülen, bilinen niteliklerini sıralıyor:
“Türkiye tüm Ortadoğu’da modernite ile entegre olan tek ülkedir. İşlevsel bir demokratik siyasi sisteme,
üretken bir ekonomiye sahiptir ve din ve
laiklik,
inanç ve bilim, bireysel ve kollektif kimlik, milliyetçilik ve hukukun
üstünlüğü arasında işleyebilir dengeler bulmuştur. Fas’tan Pakistan’a kadar, bölgedeki hiçbir ülke bu şekilde bir
başarı elde edememiştir.
İran,
Mısır ve diğer
Arap ülkeleri gelecek değildirler. Türkiye olabilir. Bölgede derin tarihi kökleri bulunan büyük bir
Sünni ülkesi olarak, bu, Türkiye’nin Ortadoğu’daki yüzyılının başlangıcı olabilir.”
Ortadoğu-
Körfez-
Kafkasya öyle bir ‘jeopolitik alan’ ki, burada ‘güç’ olan ya da güç haline gelen, kaçınılmaz olarak önemli bir ‘küresel aktör’ oluverir.
Bu bakımdan, Türkiye’nin mevcut bölgesel ağırlığını ve gelecek potansiyelini hesaba katmadan, ‘dostane’ dürtülerle de olsa, ‘bırakın küresel aktör olmayı, henüz bölgesel aktör bile değildir’ gibisinden Atlantik ötesinden gelen ‘tepeden bakış’lar, bölgenin içinden gelen algılamalara toslarlar.
Çünkü yanlıştırlar ve çünkü ekonominin rolünü hesaba katmamaktadırlar.
***
Paul Salem şu basit gerçeği görebiliyor:
“Türkiye’nin doğuya açılımının temel yönlendiricisi ekonomiktir. Gayrısafi milli hasılası hızla bir trilyon dolara yaklaşmakta olan büyüyen bir ekonomi ile Türkiye’nin acil ihtiyaçları var. Artan ihracatı ve büyümesine
yakıt sağlayan enerji için hemen yanıbaşındaki pazarları sağlama almak zorunda. Avrupa tecrübesine yakınlığından ulusal çıkarın bölgesel istikrar ve büyük bölgesel pazarlarla derinden bağlı olduğunu öğrendi. Son on yıl içindeki dış politikası aktif biçimde her yönde istikrar ve her işbirliği arayışı oldu.
Avrupa ile
katılım müzakerelerine devam etti, NATO’daki varlığını ve ABD ile ittifakını sürdürdü ve bir yandan da
Rusya ile mükemmel ilişkiler kurarak
Balkanlar, Kafkasya ve
Karadeniz bölgesinde istikrar aradı. İran ve
Suriye konusunda itidalli olunmasını savundu, Irak’ın uçurumun kenarından dönmesine
yardım etti ve
İsrail-Suriye görüşmelerine arabuluculuk yaptı. İran ve Irak’ta hem kendi kullanımı ve hem de Avrupa’ya
transit olarak büyük
enerji kaynakları potansiyeline sahip. Suriye’de ise büyüyen bir pazara. İran,
Irak ve Suriye ile güçlü ilişkileri sayesinde, Türkiye, aynı zamanda her yönüyle önemli Körfez bölgesine açılma
imkânı elde ediyor.”
Hem İsrail ile yoğun ilişkileri, üstelik ırkçı-sağcı kırması bir İsrail hükümeti işbaşındayken tutup, hem de İran-Irak-Suriye zeminine yerleşebilir, Körfez’e açılma imkânı elde edebilir misiniz?
Edemezsiniz.
Şayet edemezseniz, ‘bölgesel güç’ haline de gelemezsiniz. Yani, Türkiye, İsrail ile yakın geçmişe dek sahip olduğu türden ilişkiler ile ‘bölgesel güç’ olamaz.
Olmak zorunda mı?
Elinde değil. Ortadoğu’da geri çekilmekte olan
Amerikan gücünün oluşturduğu boşluk, Avrupa’nın kayıp olması ve bölgesel aktörlerden hiçbirinin Arap-İsrail sorununun çözülmesine katkıda bulunacak konumda olmaması, her birisinin ‘çözümün değil sorunun tarafı’ olması, bu bölgede yukarıda da sıralanan nedenlerle Türkiye’yi ‘bölgesel güç’ olmaya iten dinamikleri sağlıyor.
Galiba böylece bu yüzyıl Ortadoğu’da Türkiye’nin yüzyılı olacak.
Ama ‘Avrupalı Türkiye’nin.
Türkiye’nin bir ‘güç’ olmasının güvencesi, demokratik-laik, Müslüman kimlikli bir Batılı ülke olabilmesinde ve öyle kalabilmesinde...