Dünya
finans dünyasının
İngiliz Financial
Times ile birlikte en önemli ve en etkili basın organı olan
Wall Street Journal’da dün ‘
rekor vergi cezası’ ile ilgili yine bir haber yer aldı. Hafta başında Baş
bakan Tayyip Erdoğan’ın
Aydın Doğan ismine yönelik ‘ceza’dan söz ederken Al
Capone ismini gündeme getirdiği
Wall Street Journal’da üç gün aradan sonra aynı konuda yine bir haber yer alması, konunun ‘Türk vergi mevzuatı’ sınırlarının dışına taşındığının göstergesi.
Wall Street Journal dünkü haberini
Maliye Bakanı
Mehmet Şimşek’in
Türkiye’nin ‘vergi mevzuatı’nı ‘hararetli biçimde
savunması’na ayırmış. Gazetenin sözünü ettiği hararetli savunma Bakan Şimşek’in Doğan Yayın Holding’e ilişkin cezayı ‘tümüyle
teknik’ olduğunu vurgulamasıyla ilgili.
Mehmet Şimşek, “Bu
ülke muz cumhuriyeti değildir. Güçlü kurumları vardır ve o kurumlar yeni de değildir. Bu süreci siyasi olarak etkilemek için kesinlikle hiçbir çaba söz konusu yapılmamıştır” demiş. IMF toplantılarının sonundaki basın toplantısındaki sözleri haliyle IMF-
Dünya Bankası toplantıları nedeniyle İstanbul’da bulunan uluslararası finans medyasının dikkatinden kaçmamış.
Ancak, dünya finans medyasının İstanbul’a
akın etmiş gazetecileri de bu işlerin kurdu. Bu konularda doğruyu yanlıştan ayırt etme yeteneğine
doğal olarak sahipler. Eğer ülkenin
Başbakanı kalkıp aynı Wall Street Journal’a ‘Al Capone örneği’ni hatırlatmak gibi iz’an ve insaf sınırlarını aşan yakışıksız bir benzetme ve karşılaştırma yaparsa,
Maliye Bakanı’nın konuyu ‘tümüyle teknik’ ve ‘
siyasetten azade’ olarak sunmasının bir inandırıcılığı olabilir mi?
Yok zaten. Başbakan’ın davranışında kendince haklı, siyaset analizlere bakımından ‘anlaşılabilir’ gerekçeler bulunabilir. Ancak, söz konusu ‘
vergi cezası’ tek bir şey değilse, o da ‘tümüyle teknik’ olduğudur; tek bir şeyse söz konusu ‘vergi cezası’nın ‘siyasi Saikler’ ile verildiğidir.
Türkiye şirketler tarihinde hatta dünya tarihinde ‘rekor’ teşkil eden bu cezanın ‘siyasi’ olup olmadığı bir yana, kaçınılmaz olarak ‘siyasi sonuçlar’ doğuracağı da açıktır.
Bunu anlamanın ve ölçmenin en basit yolu
Avrupa Komisyonu’nun 2009 İlerleme Raporu...
***
Avrupa Komisyonu’nun Türkiye ya da herhangi bir ülke için hazırladığı yıllık ‘ilerleme
raporları’
Avrupa Birliği tam üyelik yolundaki ülkelerin ‘objektif bir fotoğrafı’nı çekmek ve bunu yıl sonu zirvesinde AB’nin en yüksek organı Konsey’e sunmaktır.
Dolayısıyla, ‘İlerleme Raporu’nu AB ölçütlerinin o sıradaki Türkiye’ye uygulanması olarak da anlayabiliriz.
2009 Türkiye İlerleme Raporu’nun bir başka özelliği daha var. Türkiye’yi ‘kollamak’ amacıyla ‘Türkiye lehine’ olarak objektiflikten bir nebze sapan bir rapor bu en son
ilerleme raporu. Nicolas
Sarkozy gibilerinin artan Türkiye karşıtlığını dengelemek ihtiyacını duyan AB’nin yürütme organı Komisyon’un böylesine bir gerekçeden yola çıkan raporu, normal zamanda Türkiye’ye dönük çevirmeyeceği ibreyi bu kez Türkiye’ye doğru çeviriyor.
Böyle bir ‘ruh’a sahip raporun Türkiye’ye yönelik ‘eleştirel’ bölümleri bu bakımdan özel bir
değer taşıyor ve üzerinde durulmasını gerektiriyor.
DYH’ye kesilen görülmemiş vergi cezası, Rapor’da özel bir bölüm oluşturuyor ve Türkiye’ye ilişkin son AB Belgesi’nin ‘en yeni ve en olumsuz’ paragraflarından birini oluşturuyor. Çünkü Komisyon ‘vergi cezası’ ile ‘
basın özgürlüğü ihlali’ arasında irtibat kurmuş.
Bu irtibatı kesilen vergi cezasının ‘orantısız’ olduğundan ve ‘basın özgürlüğünü kısıtlayan bir boyutu’ bulunduğundan yola çıkarak kurmuş. Şöyle diyor:
“Gelir idaresince kesilen yüksek cezalar potansiyel olarak grubun
ekonomik olarak yaşayabilirliğinin altını kazıyor ve bu nedenle pratikte basın özgürlüğünü etkiliyor. Vergi bağlantılı bu prosedürlerde orantılılık ve
adaletlilik ilkelerine bağlı kalma ihtiyacı var.”
Söz konusu vergi cezası ‘kaygı verici’ olarak nitelendikten başka, Avrupa’da uygulanan vergi politikaları örnek olarak gösteriliyor ve şu görüşe yer veriliyor:
“AB ülkeleri içinde bir grubun varlığını ‘tehdit’ eden cezaların uygulanmıyor. Türkiye’deki bu ceza ‘orantısız’dır. Bu ‘orantısız’ vergi cezasına uğrayan grubun Türkiye’de bu cezayı hak eden tek kuruluş olduğu açıkça ortaya konulmamıştır. Bu da Türkiye’de ‘hukuk devleti’ sorunun varlığını göstermesi bakımından önemlidir.”
AB’ye yansıyan bu ‘yaklaşım’ göz önüne alındığında ‘tümüyle teknik’ değil, tersine Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir ‘siyasi’ durumun ortaya çıktığı ve Türkiye’nin zaten kamburlu olan ‘hukuk devleti’ sorgulamasına bir yeni unsur daha eklendiği görülür.
Başbakan’a şunu soruyoruz:
Türkiye’nin buna ihtiyacı var mıdır? Kendisinin haklı görülmediği bir ‘cephede daha’ vuruşmasının mantığı var mıdır?
***
Türkiye’nin ve en başta Başbakan’ın önünde aşılması gereken devasa güçlükler var. Üzerinde yürüdüğü yol zaten yeterince ‘
mayın döşeli.’ Bu durumda siyasi
akıl, güçlükleri asgariye indirmek, önündeki devasa güçlüklerle mücadele ederken yürünülen yoldaki ‘mayınları’ temizlemeyi öngörür.
Buysa, doğrularınızı çoğaltmayı, elinizdeki ‘haklılık’ kartlarını arttırmayı ve adaletten ayrılmamayı zorunlu kılar.
Adalet duygusunu zedelerseniz,
özgürlük kavramını yaralarsanız, ona buna ‘orantısız güç kullanma’ konusunda yaptığınız eleştiriler mali alanda da olsa ‘orantısızlık’ olarak size dönerse, büyük mücadelelerinizi kazanmakta mecalsiz düşersiniz.
‘Açılım’dan muradınız ‘özgürlükler’ ile de ilgili. Posta gazetesi dünkü manşetinde Türkiye’de 1209 internet sitesine erişimin yasaklı olduğundan söz ediyordu. Bu cins ‘ayıpları’ gidermekle uğraşacağınıza bir de üzerinize ‘basın özgürlüğü’nü kısıtladığınız yönünde hem de Avrupa Komisyonu’nun Türkiye İlerleme Raporu’na eklenen yeni bölümlere ne ihtiyacınız var?
Bu nasıl bir siyasi akıl?
Müsaade edin de bunu bizim sormaya hakkımız olsun.