Tayyip Erdoğan öyle bir ‘
Amerika ziyareti performansı’ ortaya koydu ki, muhtemelen ‘
İsrail’den fazla İsrailci’ bazı
Amerikan Yahudi çevreleri nezdinde ‘Rubicon’u’ geçti. Davos’taki onarılabileceği umudu yitirilmeyen ‘one minute’un çok ötesine vardı.
BM kürsüsünden
Gazze’deki duruma gönderme yapan sert konuşmasını kastetmiyoruz. Pittsburgh’da G-20 toplantısı sırasında
İran’ın bugüne dek varlığı bilinmeyen ikinci bir
uranyum zenginleştirme tesisinin ortaya çıkışı üzerine İran ve İsrail’e ilişkin söyledikleri önemli.
Böyle bir dönemde hem Amerika’dan ayrılmadan önce
New York’ta hem de
Türkiye’ye ayak basar basmaz İstanbul’da ‘Sayın Ahmedinecad’ın yaptığı açıklamalar bir nükleer
silaha yönelik değil, barışçıl amaçlı zenginleştirmeye yönelik’ gibi bir dil kullanmak; ardından ‘İran’ın nükleer programıyla ilgili konuşanların hepsi de kendinde nükleer silah olanlar. Biz Orta
doğu’da nükleer silahı olanlara tamamen karşıyız. Ortadoğu’da nükleer silahı olan
ülke var, İsrail. Bir fark var, İsrail, Uluslararası Atom Enerjisi Komisyonu’na üye değil, İran üye...’ demesi.
Ve bunun da üzerine çıkarak şu sözleri ‘Kaldı ki Gazze’de fosfor
bombaları kullanıldı. Bu ne? Kitle
imha silahı. Neticesinde 1400 kadın, çocuk öldü. 5 bin yaralı. Niçin bunlar masada yok? Yatıyoruz kalkıyoruz İran...
Yani adil olmamız lazım...’
Şimdi soru sırası bizde: Yalan mı? Durum, Tayyip Erdoğan’ın söylediği gibi değil mi?
Tayyip Erdoğan doğru söylüyor. ‘Sorun’, eğer sorunsa, doğru söylenmesinde değil,
İran’a ve İsrail’e ilişkin bu doğruların söylenmesinin kabul görmemesinde.
O yüzden, New York’a ayak basar basmaz bazı Amerikan Yahudi kuruluşlarının ileri gelenleriyle konuşmuş olmasına bakmayın; bunların bir kısmı nezdinde ismi çizilmiştir. Tayyip Erdoğan kişiliğine karşı ince-kaba bir
kampanya Washington’daki bazı düşünce kuruluşlarının Türkiye uzmanları, kimi medya organları üzerinden Türkiye medyasına da uzanılarak başlayacaktır.
Zaten var olan artırılacaktır.
***
Tayyip Erdoğan, TBMM’nin açılışına az bir zaman kala bir ‘siyasi varoluşsal konu’ haline gelen ‘
Demokratik Açılım-Milli Birlik Projesi’nin uygulamaya geçmesinde bu kadar zorlanırken, dış dünyadaki ‘İsrail yanlılığı-İran düşmanlığı’nın arı kovanına çomak sokmakla hata yapmış sayılmaz mı? Nereden baksanız, ‘Açılım Süreci’ doğası ve yapısı gereği, Tayyip Erdoğan için ince buz üzerinde buzu kırmadan horon tepmeye benziyor.
Başbakan’ın İran’a hayırhah, İsrail’e öfkeli yaklaşımının, iktidarının geleceği bakımında ‘risk faktörü’nü arttırmış olduğuna inananlar çıkabilir.
Başbakan’ın yakın geçmişte sahip olunmayan cinsten bazı avantajlara sahip olduğunu görmeden ‘İran-İsrail parantezi’nde attığı adımların ‘intihari’ nitelikte olduğuna hükmedilebilir.
Nedir o avantajlar?
1. İsrail bundan bir süre sahip olduğu görece ağırlığı ‘siyasi-askeri-moral’ bakımdan yitirmiş bir devlet. Gazze, bu konudaki ‘dönüm noktası’, ‘kilometre taşı’ oldu. İsrail, ‘askeri olarak’ Gazze’yi ezdi ama ne askeri
zafer kazanabildi ve ayrıca siyasi-moral itibarından ne varsa onu sildi süpürdü.
2. En önemlisi Amerika’da Obama yönetimi var ve Obama yönetiminin İsrail’de işbaşına
gelen
Netanyahu yönetimiyle ilişkileri şekerrenk.
3. Obama yönetimi, İran konusunda da her şeye rağmen ‘diplomasi öncelikli’ bir
siyaset izlemekten yana. Bir yıl önce Washington’da, İran’a karşı ‘
askeri müdahale öncelikli’ bir politikadan yana olan ve Başkan Yardımcısı sıfatını taşıyan olan
Dick Cheney oturuyordu.
Şu sıra Amerika’daki en bilinen İran karşıtları bile, bırakın ‘askeri müdahale’yi, ‘yaptırımlar’a bile karşı çıkarak ‘diplomasiye ne kadar uzun süreyi alacak olsa da’ şans verilmesini savunuyorlar.
Örneğin, Amerika’da rejim karşıtı İranlılarının kuruluşlarından biri olan National Iranian-American Council’in başkanı Trita Parsi, ‘Diplomasinin aksine, yaptırımların apaçık ve onlarca yıldır kanıtlanmış bir başarısızlık sicili’ bulunduğuna işaret ederek şu hatırlatmayı yapıyor: “1995’te, İran henüz bir zenginleştirme tesisi yok iken, nükleer faaliyetlerinin önüne geçmek için kapsamlı ticari ve yatırım yaptırımları İran’a empoze edildi. 15 yıl sonra, İran’ın nükleer programı ilerlemeye devam ediyor... Obama yönetiminde yaptıımların bu nükleer konudaki karşılıklı kafa tutmada bir çözüme yol açabileceğine inanan pek az kişi var... Ne kadar zor olursa olsun, diplomasiye bu yol tükenene dek başvurulmalı.”
İran’la ilişkileri sadece
Bush yönetiminin yaptığı gibi ‘nükleer konu’ya indirgerseniz, diplomasi de herhangi bir sonuç amaya yetmez. Nitekim Trita Parsi, “(İran’ın nükleer programına ilişkin) Cevap, geniş tabanlı yaptırımlarda değil, (İran’la ilişkilere dair) gündemin genişletilmesinde yatıyor” diyor.
***
Ve bakın New York Times’ın yazarlarından Roger Cohen şu gayet ilginç hususlara değiniyor:
“İran’ın gizlice ikinci bir uranyum zenginleştirme tesisi kurmuş olduğunun ortaya çıkması eğer ölçü bu ülkenin bir bomba üretme yeteneği ise nükleer denklemi değiştirmiş değil... Değişen, İran nükleer programına ilişkin psikoloji oldu. Zaten çok derin olan güvensizlik, şimdi sınırsız halde.”
Cohen, çarpıcı analizinde ‘nükleer program’ın İran için bir ‘ulusal gurur sorunu’ haline dönüştüğüne işaret ettikten sonra, nükleer silah yapımına varmayacak ama denetim altında bir uranyum zenginleştirme programı üzerinde anlaşmaya varmanın mümkün olduğuna, Obama’nın İran’ın ‘barışçıl bir nükleer güç olmaya hakkı var’ sözüne dayanarak vurgu yapıyor ve ‘sıfır zenginleştirme (yani nükleer programı durdurmak) şimdi (çözüm müzakereleri için) bir başlangıç olamaz’ diye yazıyor.
Perşembe günü Amerikan
Dışişleri Müsteşarı William Burns’ün de katılımıyla 5’lerin İran ile yüz yüze geleceği görüşmeden önce o da, ‘konuşma alanını genişletin’ çağrısı yaparak tümüyle katıldığım şu gözlemde bulunuyor:
“İran rejimi zayıf. Dağınıklığı geçen hafta tekrar o kadar belirginleşti ki,
George Soros tarafından tehdit altında olduklarına gerçekten inanıyorlar... İran’ın aşağılanma duygusu Amerika kompleksinde kökeşmiştir. Bu kompleksi gidermek için şöyle düşünmek gerek: Geniş düşünmek, Versailles’ı değil AB’yi düşünmek.”
Yani, tarihi ve iflah olmaz gözüken düşmanlar
Fransa ve Almanya’nın AB’nin temellerini atarken yaptıkları gibi birlikçi ve uzlaşmacı düşünmek, Versailles’da 1919’da Almanya’ya yapıldığı gibi teslimiyetçi bir anlaşmayı dayatmamak.
Bütün bunlara bakıldığında Tayyip Erdoğan’ın ‘İran yaklaşımı’nın Obama’nınkinden
çok uzaklarda olmadığına hükmedebilirsiniz.
Ayrıca, Tayyip Erdoğan, gerçekçi biçimde, İran’ın katılımı olmadan, iddialı
Nabucco projesinin başarılı olamayacağına değiniyor.
İran’la Türkiye’nin arasındaki ticaret hacmi 11 milyar dolar;
hedef çok kısa süre içinde 20 milyar dolar. Batı
Azerbaycan ile Doğu Anadolu’yu, önce Urmiye ile Van’ı, sonra Tebriz ile Türkiye’nin geri kalan bölümlerini ‘tek bir ticaret havzası’ haline getirecek altyapı çalışmaları olanca hızıyla devam ediyor.
İran’ın
ucuz petrol ve doğalgazı yanıbaşımızda. İran, Türkiye’nin komşusu. Nüfusunun üçte birinden fazlası Türkçe’nin bir lehçesini konuşuyor.
Yani, Tayyip Erdoğan, İran ve İsrail yaklaşımında doğru yapıyor.