İstanbul’da
Suriye Devlet Başkanı Başşar
Esad ile
Başbakan Tayyip Erdoğan buluştular. İlk bakışta sıradanlaşmış hale gelen yakın
Türkiye-Suriye temasının bir başka üst düzey toplantısının ardından basına ilk düşen bilgi iki
ülke arasında vizenin kaldırılması oldu.
Bir zamanlar, -çok değil 10 yıl kadar önce- söz konusu iki komşu ülke arasındaki ilişkiler olabildiğince uzaktı ve daha da ötesi ‘hasmane’ idi. Türkiye’nin komşuları arasında en uzun (ve büyük bölümü mayınlı) sınıra sahip olduğu ülkeye gidiş-gelişler deveye
hendek atlatmak kadar zordu. Suriye, ‘
PKK karargâhı’nın merkezi ve örgütün en önemli destekçisiydi.
Rejim karakteri bugün de temel bir değişiklik olmamakla birlikte- bir ‘istihbarat kuruluşları koalisyonu’ olan Suriye’nin istihbarat örgütü Muhaberat, PKK’nın en önemli ‘
lojistik destekçisi’, güçlü lideri
Hafız Esad ise ‘siyasi kılavuzu’ gibiydiler.
Son 10 yıl içinde öyle önemli gelişmeler gerçekleşti ki,
Ankara ile Şam, ‘hasım komşular’dan ‘kanka komşular’a dönüştüler. Bu bakımdan, Türkiye ile Suriye arasında vizenin kaldırılması başlıbaşına çarpıcı ve önemli bir gelişmedir.
Ama İstanbul buluşmasının önemi bunun da ötesinde. Hafta başında Suriye Devlet Başkanı’nın Şam’da sarayına davet ettiği bir grup Türk gazetecisine ‘
Kandil dağından inecek 1500 Suriyeli PKK’lıyı af edeceğini açıklaması Türkiye’nin ‘
Kürt Açılımı’nın ‘şiddetten arındırılması’ ve ‘silahlara
veda’ boyutundaki çok ama çok önemli bir gelişmeye, ‘Kürt sorunu’nun sınır-aşan
bölgesel boyutuna ilişkin bir ilerlemeye işaret ediyor.
Bu arada Erdoğan-Esad görüşmesinde son günlerde giderek gerilmeye ve tam iyileşmeden yine bozulmaya yüz tutan
Amerika-Suriye ilişkilerinde, Türkiye’nin ‘arabulucu’ rolü üstlendiği, bazı
Amerikan ‘strateji kuruluşları’nda ileri sürüldü.
Türkiye’nin uluslararası ilişkiler sisteminde ‘yükselen profili’ni en çarpıcı biçimde yansıtan gelişme ise, Suriye-
Irak ihtilafını çözmek amacıyla dün İstanbul’da
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Irak
Dışişleri Bakanı Hoşyar
Zebari ve Suriye Dışişleri Bakanı
Velid Muallim ile,
Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa’nın katılımıyla biraraya gelmesidir.
Bizzat bu toplantının kendisi, Türkiye’nin nereden nereye geldiğine ayna tutuyor...
***
Mekân olarak Türkiye’de ve siyasi olarak Türkiye’nin huzurlarında gerçekleşen Arap Birliği katılımlı Irak-Suriye buluşması birçok şeyi bir arada ortaya çıkarıyor:
1. Mısır’ın ve onunla birlikte Arap Birliği’nin hem
Arap dünyası ve hem de uluslararası politikada azalan etkisi ve bunların yerini Türkiye’nin doldurması. Bir zamanlar, Araplararası ihtilafların ele alındığı yer,
Kahire idi.
Artık İstanbul.
2.
Avrupa Birliği’nin
Fransa (Nicolas
Sarkozy) üzerinden müdahil olmaya çalıştığı ‘
Ortadoğu’na nüfuz ve etkinlik’ yarışında, Türkiye’nin Fransa’nın önünde koşması.
3. Amerika’nın
Bush Amerika’sının ‘askeri gücü’nün Obama Amerikası’nın ‘yumuşak gücü’nün (soft power) Türkiye üzerinden ve Türkiye aracılığıyla
Washington talimatı ile değil, -kendiliğinden- devreye sokulması.
Lübnan’ın Daily
Star gazetesinin dünkü başyazısı bu konuya yani ‘Türkiye’nin bölgesel işlevi’ne ayrılmıştı. Yazı şöyle başlıyordu:
“Türk Başbakanı
Recep Tayyip Erdoğan ülkesinin son haftalarda Suriye ile Irak arasında ortaya çıkan ihtilafı söndürmek için çaba göstermesinden ötürü övgüye layıktır. Bu çabalarında başarıya ulaşmasa bile kınanamaz, zira hiçbir dış güç bu tür kaba rejimlerin medeni davranış sergilemelerini sağlayamaz. İki devletin beceriksiz diplomasileri
Bağdat’ta 19 Ağustos’taki ölümcül bombalamaların hemen ertesinde ortaya çıktı ve aralarındaki kan davasının son hali oldu. Her iki taraf trajediyi kamuoyunda düşmanca atışma oyununa çevirdiler. Bağdat Suriye’yi komplocuları barındırmakla suçladı, Şam Irak’ın suçlamalarını ‘ahlak dışı’ diye niteledi.
Büyükelçilerini de karşılıklı olarak hızla geri çektiler ve aralarında devletten devlete bir çözüm bulunması fırsatını tıkamış oldular...
Elbette ki, zayıf diplomasi bu iki rejimin kaba davranışının sadece bir yönüdür. Her iki ülkenin özellikle bölgenin yüzünü değiştireceği hayalini kurdukları ideolojileri
ihraç etmeye
kalkışmak suretiyle tüm Arap dünyasına zarar vermek konusunda uzun bir geçmişler var. Aynı zamanda ülkelerini
demir yumrukla yönetmek konusunda uzun bir geleneği paylaşılyorlar. Bunu yaptıklarını meşrulaştırmak için güvenlik gerekçelerine başvurdular. Oysa, iç ve bölgesel istikrarsızlığın sıklıkla sebeni kendileriydi. Son yıllarda Bağdat ve Şam’ın başlıca oyuncuları değişti ama güçlü adam zihniyeti aynı kaldı.
Türkiye kavgada arabuluculuk yaparak ve her daim ortadan yok olan Arap Birliği tarafından yerine getirilmesi gereken bir görevi üstlenmiş olarak önemli bir rol oynuyor...”
Türkiye, bunu nasıl yapıyor?
1. Siyasi tercihi, artan ve sınırlarının dışına taşan
ekonomik gücünün gereği olarak, bölgesel istikrar istediği için;
2. En önemli
gündem maddesi olan Kürt sorununun ‘şiddet boyutu’nu sona erdirmek bakımından bölgesel Irak ve Suriye ile-
işbirliği ‘olmazsa olmaz’ şart olduğu için.
3. Demokratik bir rejime sahip olduğu ve bölgedeki aktörlerin çok büyük bölümü nezdinde güvenilir bulunduğu ve itibar sahibi olduğu için.
***
Türkiye’nin bu ‘proaktif bölge diplomasisi’nin getirisini anlamak için, İstanbul’da Irak-Suriye arasında yapılan arabulucuğu vurgulayan ve öven Daily Star başyazısı ile aynı gün yayımlanan Amerikan Stratfor değerlendirmesine bakalım. Stratfor, Suriye ile Amerika arasında son dönemlerdeki gerginliğe ilişkin ve Irak ile Lübnan’da yine sorun çıkarmayı, pürüz üretmeyi benimseyen Suriye politikasını tahlil ettikten sonra şöyle diyor:
“Bu bakımdan, (çok şey) bölgenin yükselen gücü Türkiye’ye bağlıdır. Türkiye tekrar duruma müdahil olabilir ve Suriye ile (Amerika) arasındaki görüşmeleri tekrar yola koyabilir...”
Şu satırlar ise 2008
Nobel Barış Ödülü sahibi Marti Ahtisaari’nin başkanlığındaki ‘
Bağımsız Türkiye Komisyonu’nun (
Akil Adamlar) AB’ye sunduğu ‘Avrupa’da Türkiye-Kısır döngüyü kırmak’ başlıklı rapordan:
“... AB ile desteklenmiş bir Türkiye, halen
Rusya, Çin ve ABD’nin etkin olduğu bu bölgede Avrupa’yı da bölgesel bir güç olarak devreye sokabilir. Başka hiçbir ülkenin liderleri
Moskova ve Şam,
Tahran ve
Kudüs gibi çok farklı başkentler arasında
seyahat edebilmekte ve hem saygıyla karşılanmakta hem de önemli politik hedeflerini bu kadar geniş anlamda görüşememektedir. Türkiye, herhangi bir krizi ve sorunu AB için tek başına çözemez ama Türkiye olmadan da AB’nin bölgede işi çok daha zor olur.”
Türkiye’nin 19. yüzyılda ‘Avrupa’nın Hasta Adamı’ olmaktan 21. yüzyılda ‘yükselen güç’ olmaya dönüşümünü bu satırlardan anlamak ve Ortadoğu aynasında görmek mümkün.
İşte ‘en önemli
hastalığı’ olan Kürt sorununu da tam bu nedenle çözmeye mecbur Türkiye.
Çözme iradesi gösterdiği
vakit, çözme yeteneğine sahip olduğunu anlamak zor değil.
‘Kürt Açılımı’nı ve ‘başarı şansı’nı bir de bu açıdan değerlendirin...