Genelkurmay Başkanı
Orgeneral İlker Başbuğ’un ‘
Kürt açılımı’
tartışması denk-lemine 25
Ağustos açıklamasıyla girmesi, bir ‘utanç tablosu’ oluşturdu.
1. Siyasi partilerin siyasi aczini ortaya çıkarttı. MHP ve CHP’nin ‘askerin arkasına saklanarak’
siyaset yapmaya mecbur kaldıkları,
ülkenin en temel meselesinde kendi ayakları üzerinde duramadıklarını gördük.
2. Ak Parti açısından da benzeri bir durum söz konusu. Grup
Başkanvekili Bekir Bozdağ’ın açıklaması, sanki Başbuğ’un sözleri muhalefet partilerini
hedef alıyormuş gibi bir ‘cinlik’ ile açıklamayı yorumlaması, Ak Parti’nin de ‘siyasi rüştü’nden duyduğu kuşkunun ve asker konuşunca, kendisini sorgusuz-sualsiz ona endeksleme mecburiyeti duymasının can sıkıcı bir başka tablosudur.
3. Bana Diyarbakır’da rastladığım hemen herkes,
Tayyip Erdoğan’ın 11 Ağustos’ta yaptığı konuşmadan birçok kişinin gözlerinin dolduğunu, gözleri yaşaranların sadece Ak Parti grubundaki milletvekilleri değil bölgedeki sıradan Kürt vatandaşlar olduğunu söyledi ve en önemlisi şu ortak değerlendirmeyi yaptı: Tayyip Erdoğan o gün ilk kez ‘Kürtlerin de başbakanı’ olarak konuştu. O konuşmanın devamı gelirse, ‘Kürtlerin de başbakanı’ algılaması güçlenir. Bu algılamanın ‘milli birlik ve bütünlük’ oluşmasındaki rolü apaçık ortada. Ne var ki, Tayyip Erdoğan,
İlker Başbuğ’un açıklamasının ardından bildik basmakalıp terminolojiyi daha fazla vurgulamaya kendisini mecbur hissetti. Bu, iyi bir şey değil.
4. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün İlker Başbuğ’un konuşması üzerine otomatik tepkisi ‘çok güzel bir konuşma’ oldu. Böyle bir tepkiye kendisini mecbur hissetmesi, üzerinde durulmaya değer.
Genelkurmay Başkanı’nın açıklaması, hem ‘çok güzel’ değil, hem de doğru değil.
‘Siyasi irade’ ve ‘kararlılık’la ‘Kürt
açılımı’nı başlatmış olan hükümetin askerin üzerine vazife olmayan bir konuya ‘müdahele etmesi’ne ilişkin tavrının, 27
Nisan (2007) e-muhtırasına karşı ortaya koyduğu tavra benzemesi gerek. Aksi halde, başlattıkları ‘süreç’in altında kalırlar ve kendileri kalsa neyse, ülke kalır.
***
Radikal’de dün Tarhan
Erdem, İlker Başbuğ açıklaması için gayet haklı olarak ‘Doğru yapmadı, iki muhalefet partisi liderinin acımasız ve insafsız tahriklerine kapılmamalı, susabilmeliydi’ diye yazdı. Haklı. Çünkü yine onun satırlarıyla “Böyle tartışmalara katılmaması gereken tek kurum vardır:
Ordu ve ordunun komutanları. Silahlı kuvvetlerin mensupları, görevleri gereği katıldıkları resmi ve gizli toplantılar dışında, görüşlerini açıklamamalıdır.”
Siyasi taktik anlamında da Orgeneral Başbuğ’un açıklaması doğru olmamıştır. Eğer hükümet Başbakan’ın ifade ettiği adıyla ‘Kürt açılımı’na devam ederse ki, her ne pahasına olursa olsun, -devamında kararlı olduğunu da beyan etmiştir- ne olacak?
Zira ‘acımasız ve insafsız tahrikler’de bulunan muhalefet partileri, Başbuğ’un o açıklamasından sonra TSK’yı ‘kendi saflarında’ görür oldular. ‘Açılım’ devam eder, Genelkurmay Başkanı suskun kalırsa bir dert, konuşmaya devam ederse başka ve daha büyük bir dert.
Onun için konuşmamalıydı. MGK toplantısında konuşamıyorlar mı?
Kaldı ki, açıklamasının, ‘TSK’nın kırmızı çizgileri’ diye ilan ettiği, bazı hükümet çevrelerinin ‘Tamam, bizimki de zaten aynı’ diye üzerine atladığı içeriğinin doğruluğu, isabeti tartışılmaya muhtaç.
Başbuğ, “TSK,
Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus-devlet ve üniter devlet yapısının korunmasında taraftır ve taraf olmaya devam edecektir” diyor.
‘Üniter devlet’ten ne anlıyorsunuz? Adeta kutsanan bu kavramın, birçok ülkede farklı biçimleri var. Örneğin, bizim kestirmeden
İngiltere dediğimiz Birleşik Krallık da ‘üniter devlet.’ İngiltere’de ‘Birleşik Krallık’ın kurucu ülkeleri olarak
İskoçya,
Galler ve
Kuzey İrlanda, İngiltere’nin yanı sıra
yetki devriyle belli ölçüde özerk statüde’ler. İskoçya’da bir yerel İskoç hükümeti ve İskoçya Parlamentosu, Galler’de Gal
Meclis Hükümeti ve Gal
Ulusal Meclisi,
Kuzey İrlanda’da Kuzey İrlanda Yürütmesi ve Kuzey İrlanda Meclisi var.
Birleşik Krallık yine de ‘üniter devlet’ çünkü bu yetkiler merkezden verilmiş ve merkez tarafından kaldırılabilir yetkiler.
Sadece İngiltere değil,
İspanya da ‘üniter devlet.’
İşin ilginç yanı, İspanya, tam 17 özerk topluluk bölgesi ve iki özerk şehirden oluşan,
resmi dili İspanyolca (Castillan) olmakla birlikte Bask Ülkesi ve Navarro’da Baskça’nın, Katalunya ve Balear Adaları’nda Katalanca’nın, Valencia’da Katalanca’nın bir lehçesinin ve Galicia’da ‘Galego’nun İspanyolca yanında ‘eş resmi dil’ olduğu, Avrupa’nın en ademi merkeziyetçi ülkelerinden biri.
Ve, bu İspanya, yine de ‘üniter devlet.’
Türkiye’nin İngiltere ya da İspanya’ya benzeyen bir ‘üniter devlet’ olmasına var mısınız?
İngiltere ve İspanya’nın ‘
toprak bütünlüğü’nün tehlikede olduğunu ve ‘bölünme tehlikesi’yle karşı karşıya olduğunu söyleyebilir misiniz?
***
Gelelim ‘ulus-devlet’e.
Hangi ‘ulus-devlet’ ya da nasıl bir ‘ulus-devlet’? Bunun da tek bir tanımı yok ve
Şahin Alpay dün bu konuda Zaman’daki yazısında gayet anlaşılabilir bir dille ‘mesele’yi ortaya koydu:
“... ‘Muasır medeniyet’e uygun ‘ulus-devlet’ anlayışı ise, hiçbir
modern devletin kültürel bakımdan homojen-türdeş olamayacağını kabul eder. Burada ‘ulus’, yurttaşların etnisite (soy) ya da kültürel türdeşliğine değil, ulusal topluluğa
gönüllü bağlılıklarına dayanır. Yani kültürel değil siyasal bir ulus söz konusudur. Ulus, kültürü değil, yurttaşlığı ve onun getirdiği haklarla yüklediği sorumlulukları paylaşanlardan oluşur.
Bugün Türkiye’de asıl tartışma, ne ‘Türkiy
e devleti’ kavramı, ne onun ‘üniter yapısı’, ne de ‘resmi dilin
Türkçe olması’ üzerine... Tartışma,
Türkiye Cumhuriyeti hak ve sorumluluklarda eşit yurttaşlardan oluşan bir ulusa dayanan ‘Türkiye devleti’ olarak yenilenecek mi, yoksa Türklerden ya da Türkleşmiş olanlardan oluşan bir ulusa dayanan ‘Türk devleti’ olarak mı anlaşılmaya devam mı edecek noktasında odaklanıyor. Yani çağdışı bir ulus ve ulus-devlet anlayışında ısrar ederek sonunda bölünmeye mahkum mu olağız, yoksa Türkiye Cumhuriyeti’ni kendi anadil ve kültürlerini koruyan, ancak yurttaşlığın getirdiği hakları ve sorumlulukları paylaşanlardan oluşan modern bir ulusa dayanan, özgürlükçü ve çoğulcu demokratik rejime sahip bir ulus-devlet olarak yeniden mi tanımlayacağız?”
Bu kadar.
İlker Başbuğ’un açıklamasında altını çizdiği hususlar bize tanıdık. Bu, kendisinin etkilendiği ve sık sık referans verdiği Metin Heper’in görüşleri. Ama Metin Heper’in görüşleri doğru değil. Dolayısıyla, Metin Heper’in yanlış görüşlerini ‘Türk Genelkurmay Doktrini’ haline getirmek de doğru değil.
Bu konular öyle açıklamalarla, beyanatlarla önü alınacak cinsten konular değil. Tartışılacak. ‘Açılım’ durmayacak. Duramaz.
Baksanıza, tartışıyoruz zaten...