Amerika’ya ilk indiğimde beni en çok çarpan şey, boyutların büyüklüğüydü.
Yollar, havaalanları, arabalar, süpermarketler hatta yemek porsiyonları...
Tabaklara iki kişinin doyacağı kadar yemek koyuyorlar, kalanı paketleyip eve götürmenize izin veriyorlardı.
Herkes de götürüyordu, çünkü o yemekleri bitirmek imkansızdı.
Özal’ın onca reformuna rağmen
Türkiye’nin dışa yeni açıldığı yıllardı.
Böylesi dev marketler henüz Türkiye’ye girmemiş, her köşede bir hipermarket bitmemişti.
Marketlerin doluluğu ve
markaların çokluğu gerçekten baş döndürücüydü.
Kış gelince şaşkınlığımız daha da artacaktı çünkü bu
ülkede kışın da
dondurma yeniliyordu.
O zamanlar bizim memlekette dondurma yaza özgü bir yiyecekti ve kışın
soğuk su içilmezdi.
Dediğim gibi Türkiye hala yarı sosyalist bir ülke konumundaydı.
Bugün
AK Parti ve Erdoğan’a karşı çıkıp
darbe çağrısı yapanlar, o zaman da Turgut Özal’a karşı çıkıyorlar, yine askerden medet umuyorlardı.
Özal herkes yiyebilsin diye muz ithalatını serbest bırakınca kıyameti koparmışlardı ülkenin dövizi sokağa atılıyor diye.
O adamlar hala ortada ve tek işleri gelmiş geçmiş tüm
sivil iktidarlara karşı çıkıp askeri
tahrik etme çabasından vazgeçmiyorlar.
Neyse, bu konuya yarın döneceğim.
Dediğim gibi, 80’lerin sonu Türkiye’nin dışa açılma sürecinin başlangıç yıllarıydı.
Taksim’de açılan McDonald’s’ın önünde günlerce kuyruklar oluşmuştu.
Filmlerde görmekle yetindiğimiz ünlü hamburgerci sonunda ülkemizdeydi ve Rusya’dakine benzer sahnelere
tanık oluyorduk.
Değişimin bedelini ödemek o dönemin ünlü hamburgercisi Kristal’e düşecek ve o lezzetli köfteleriyle ünlü Kristal Taksim’deki dükkanını kapatmak zorunda kalacaktı.
Amerika’da 20 yılda değişmeyen bir şey var; o zaman da çöpler kağıt, cam ve artık olarak ayrılırdı, bugün de öyle ayrılıyor.
Türkiye organik
gıda konusunda bile adım atarken bu konuda hala parmağını oynatmıyor nedense.
Tüketim konusunda ise çok ciddi adımlar attı.
Sinema salonları bunun çarpıcı bir örneği, elbette çarşılarla birlikte.
O zamanlar ülkemize filmler uzun bir aradan sonra gelirdi ve sinema salonları içler acısı haldeydi.
Amerika’da film izlemek ise
rüya gibiydi.
Zaten ilk günler açıkçası sinema salonları, mall’lar ve marketlerde dolaşarak geçmişti.
İstanbul’un ilk
modern kapalı çarşısı Galleria’yı görmek için kentin dörbir yanından insanların Ataköy’e geldiğini düşünürseniz, bu davranışımız aslında çok garip değildi.
Bütün bu zenginliğin ortasında dünyanın en pahalı okullarından birinde binlerce dolar vererek okuyan öğrencilerin sadeliği çarpıcıydı.
Ne bir marka
giysi, ne de lüks otomobil görmek mümkündü.
Dikkatimi çeken bir konu da bir kaç gün kaldığım yurtların eskiliği ve sadeliğiydi.
Hoşgeldin resepsiyonda konuştuğum
rektör, bunun nedenini ‘Biz öğrencilere paraları karşılığı iyi bir eğitim vermekle yükümlüyüz. İyi bir evi buradan
mezun olduktan sonra kazanacakları para ile alırlar’ cevabını verecekti.
Amerika bu kadar zenginliğin içinde sadeliği, rahatlığı seçen bir toplumdu ve markaların esiri olmamıştı.
Bugün de hala öyle aslında.
20 yıl aradan sonra Türkiye
küçük bir Amerika olamadı ama
tüketim tarzında ciddi olarak Amerikanlaştı.
Her mahallede bir milyonerimiz yok belki ama birden fazla kocaman ciplerimiz var.
Yine de 20 yıl öncesine göre aradaki fark ciddi biçimde azalmış durumda.