Ruhumuzun heykelini yeniden dikmek için ön ayak olan,
Ahlat’lı ağabeyimiz, değerli
işadamı ve kıymetli insan Cahit Değerli’nin ısrarları neticesinde, danışmanlarımız
Selman Kuzu ve
Talha Uğurluel, yapım ekibimiz Turan
Şahin ve Sait Küçükşahin, bir cumartesi sabahı yola çıktık.
Atatürk havalimanına vardığımda gördüğüm
manzara beni şaşırttı. Yüzlerce insan uçağa binmek için açılır kapıların önünde sırada bekliyor. Yolcu profili de çok değişmiş. Bir zamanlar
tren istasyonlarında yaşanan bu manzara şimdi havalimanlarında yaşanıyor. Milletimin zenginliğine seviniyorum.
Yüksek dağların, geniş ovaların,
zümrüt yeşili ormanların ve mas
mavi Van Gölünün üzerinden uçup Van’daki
sivil havalimanına iniyoruz. Şehir merkezi havalimanına çok yakın. Uçak piste değil de sanki
göle iniyor. Yolculuk rahat geçiyor. Ev sahiplerimiz bizi bir minibüsle karşılıyor. Önce Van
kalesine gidiyoruz. Uzaktan ihtişamı hissedilmiyor. Büyükçe bir
kayanın üzerine kurulu kale binlerce yıldan beri farklı medeniyetlere beşiklik etmiş.1800 m. uzunluğunda ve 100 m. yüksekliğinde bu tarihi yapı Tuşba adıyla 300 yıl boyunca Urartu Devleti’ne başkent olarak
hizmet vermiş.
Kalede
Urartular'dan kalma mezarlar, tapınaklar ve çivi yazıları dikkatimizi çekiyor. Bölgeye hakim olan bütün milletler önce burayı zapt etmişler. Hemen hepsine ait bazı izleri görmek mümkün.
Müslüman medeniyetler de cami, sarnıç gibi eserlerle zenginleştirmişler. Kale yamacından uzaktaki dağlara kadar bereketli ovalarıyla yeşil Van, mavi gölüyle muhteşem bir cazibe merkezi olmuş.
Van kalesinde iki
küçük gönüllü rehberin eşliğinde
Bediüzzaman Hazretlerinin 1.cihan harbinden önce uzlete çekildiği
mağaraya gidiyoruz. Yaklaşık yüz metre yüksekliğinde bir kaya parçasının zirveye yakın bölümünde yer alan bu tarihi mağaranın girişinde Urartulara ait olduğu söylenen çivi yazısını görünce şaşırıyoruz. Danışmanımız Talha bey Urartuların Sümerlerden öğrendiği bu yazıyı uzun yıllar kullandıklarının daha sonra kendi alfabelerini oluşturduklarını söylüyor. Mağara, eskiden
kral mezarı olarak kullanılmış. Ayrıca eski krallar mal varlıklarını da buralarda saklarmış.
Bu dik kayaya girip çıkmak hayli zor ve tehlikeli. Uzlethanenin 5-6 metre altında daha küçük kapısı olan ve normal yollarla giriş çıkış yapılamayan bir başka oyuk görüyoruz. Üstadın,
ibadet ettiği üsteki mağaradan ayağı kayıp da düşerken “AH DAVAM” diye haykırdığını ve uyandığında kendini sağ salim olarak bu küçük oyukun içinde bulduğunu dinliyoruz Selman Kuzu beyden.
Ayrıcı kaleden bakıldığında yemyeşil horhor bahçelerinin arasında yıkıntı halindeki horhor medresesi bize
selam veriyor. Eski Van diye adlandırılan bu
bölgede sessiz ve boynu bükük horhor’a sadece birkaç yıkık cami ve onlardan kalma 4 minare eşlik ediyor.(Son dönemde biri
Selçuklu döneminden diğeri de Mimar
Sinan’dan kalma iki küçük cami
restore edilip hizmete sokulmuş)
Van’dan çıkmadan
modern ve yüksek binaların arasında bize göz kırpan harabe bir yapının mahiyetini sorunca
cevap gecikmiyor Talha Beyden. “Burası
Osmanlı döneminde Van valisi Hasan Paşa’nın malikanesi. Bediüzzaman, Hasan Paşa'nın daveti üzerine Van'a geldiğinde burada üç ay kalıyor ve hafızasındaki 80–90 ciltlik kitapları bir kez daha ezberden tekrarlıyor”. Üstadı hayırla yadediyor, onun hatırasının mahzun bakışları arasında şehirden çıkıp, duble yollardan geçerek
Gevaş ve
Tatvan üzerinden
İslam medeniyetinin Anadoluy’a hakim olmasında önemli bir merkez olan Ahlat’a doğru hareket ediyoruz.
Aslında 2000’li yılların başına kadar bölgede bir merkeze giriş-çıkış yaparken hatta bazen yol ortalarında bile jandarmanın
arama tarama çalışmaları olurmuş.Şimdi sadece Gevaş yakınlarında araçlar durduruluyor, hem insanlar hem araçlar didik didik aranıyor.bölge halkı buna alışık olsa da bizim için yeni bir
uygulama.Bu aramaların emniyetimiz açısından önemli olduğuna inanıyoruz. İnşallah en kısa sürede daha emin ve daha güvenli bir coğrafyaya kavuşuruz da bu mecburi arama faaliyetleri de ortadan kalkar.
Doğudan batıya giderken yalçın kayalıkların yüksek dağların yanı sıra ovaların ve tepelerin arasından geçiyoruz. Kah Van gölünün kıyısındaki insanlara selam veriyor, kah
terör günlerine ait hikayeler dinliyoruz. Bir yandan Gevaş’taki Halime Hatun (yedi yüz yıllık Selçuklu mezarlığında mezarlıkla yaşıt bir kümbet)türbesine girip çekim yapıyor, fatihalarla mezardaki ruhanileri serinletiyor, diğer yandan
Akdamar (Ermeniler için kutsal sayılan ve yakında restore edilen Akdamar Kilisesinin bulunduğu, sahile yakın küçük bir ada) adasına uzaktan el sallıyoruz.
Ne
uçaktan bakarken ne de yakınından geçerken
balıkçı teknelerini göremiyoruz. Van gölünün suyu sodalı olduğundan balık çeşidi itibariyle çok fakir.
İnci kefali diye bilinen bir çeşit balık var, ancak balıkçılık ve
taşımacılık eskiye oranla çok az yapılıyor. Ta Urartular döneminde bile
inci kefalin
yabancı ülkelere
ihraç edildiğini öğrenince hayretimizi gizleyemiyoruz. 200 km’lik yolun sonuna geldiğimizde gün öğleye yaklaşıyor. Süphan Dağının gölgesinde kalan Ahlat görününce, araçtaki bir dostun dudaklarından şu mısralar dökülüyor.
ben*
ben çağlar ötesinden akıp gelen bir selim
ben tarihle bir doğdum, ben tarihle giderim
bende kutsaldır toprak, kazma vurma öyle bırak
mihenk taşı bulamazsan bir de benim taşıma bak
ben kubbet-ül islam denen üç şehirden biriyim
ben asırların değil çağların eseriyim
ben halim, ben atiyim, ben maziyim
ben erzen hatun, ben dede maksut, ben Abdurrahman gaziyim
alparslan’ı malazgir’te ben yolladım
ertuğrul’un, osman beyin beşiğini ben salladım
bende güneş başka doğar
benim yıldızlarım daha parlak
benim göklerim mavi, mehtabım daha ak
ben sabır taşıyım
adım ve tarihimdir saltanatım
beni hala tanımadınız mı
ben AHLAT’ım
*: Ahmet Turan Kazgöl
Not: Ahlat’ı henüz anlatamadık. İnşallah üçüncüsünde anlatacağız.