Bu yapılamadığı ölçüde kimlik sorunlarının yol açtığı sancılar, ulusları ve
ülkeleri iki büklüm yapıyor, ileriye doğru gerekli hamleyi yapmalarının önüne geçiyor.
Günümüz
Türkiye’sinin hali bu. Ama tarihimizin tartışılır hale gelmesi kuşkusuz bir ilerleme. Ne var ki, yüzleştiğimiz söylenemez.
Türk devleti, okul kitaplarına yansıttığı
modern tarih anlayışı ile kendi imajını ve kimliğini oluşturdu. Hepimiz 1000 yıllık devlet deneyimiyle övünüyoruz.
Selçuklu ve
Osmanlı geçmişimizin şanlı sayfalarıyla gururlanıyoruz.
Özgüven için bu ‘şanlı tarih’ gerekli ama tarih sadece ‘şanlı sayfalar’dan ibaret değil. İçinde ister istemez ‘kanlı sayfalar’ ve dolayısıyla ‘yükler’ var.
Bu olgu biz Türklere özgü değil. Özellikle emperyal geçmişe sahip her ulus ve ülke için haydi haydi böyle.
Amerika,
İngiltere,
Fransa,
Almanya,
Rusya gibi ülkelerin her biri tarihlerinin can sıkıcı sayfalarıyla didişmek zorunda kaldılar.
Tarihlerinin ‘tüm lekeleri’ni tümüyle hâlâ temizledikleri söylenemez. Biz ise henüz o ülkeler kadar da yol alamadık. Özgür
tartışma ortamında kendi tarihimizin bize ‘ayna’ tutmasını hâlâ ‘ulusumuza
hakaret’ gibi algılayan sığ bir anlayışı tümüyle alt edemedik.
Tarihimizle ‘hakaret’ vs. gibi kavramları aşıp yüzleşemez isek, geçmişimiz bizim yakamıza yapışır, ileriye yürümemizi aksatır. Konunun önemi burada.
***
Bu düşünceleri
yaz tatili için onyıllarca yaşadığı ABD’den Türkiye’ye gelen 85 yaşındaki değerli sosyal tarihçi Prof. Dr. Kemal Karpat bir kez daha canlandırdı. Karpat ile
Kanal 24’te
Şahin Alpay,
Taha Akyol ve ben, son yayımlanan kitapları üzerinde bir tarih gezintisine çıktık. Ardından önceki gün, Karpat’ın
Milliyet’te
Devrim Sevimay,
Taraf’ta Neşe Düzel ile uzun söyleşileri çıktı. Taha Akyol, o söyleşilerden hareketle Kemal Karpat’ın ‘Üçüncü Yol’ adını verdiği ve kendisinin de hararetle desteklediği yaklaşımını öven bir yazı kaleme aldı.
Kemal Karpat’ın her iki söyleşisini dikkatle okudum. Muazzam emeği ve derya gibi bilgisi bir yana, çözümlemelerinin hayli ‘sorunlu’ olduğunu görüyorum. ‘Üçüncü Yol’dan ziyade ‘milliyetçi tarih anlayışı’nın ince ve damıtılmış bir versiyonu ile karşı karşıya bulunuyoruz.
Prof. Kemal Karpat’ın çözümlemelerine
Romanya-
Babadağ kökeninin, Türk-Tatar kimliğinin damgasını vurduğunu gayet iyi biliyorum çünkü Karpat’ı uzun yıllardır tanıyorum.
Bilgisi kadar sezgileri müthiştir. Daha
Tayyip Erdoğan’ın
İstanbul Belediye Başkanı olarak ilk yıllarında onun ‘geleceğin başbakanı’ olduğunu görmüş ve benden kendisini İstanbul Belediye Başkanı ile tanıştırmasını istemişti.
Tayyip Erdoğan hapse düştüğü
vakit, 1998 yazında
New York yakınlarında Long Island’daki yazlığında Hoca ile unutulmaz anılar paylaştık. Okyanus kıyısında yaptığımız uzun yürüyüşlerde Karpat, hapisteki Tayyip Erdoğan’ın yakında ‘Türkiye Başbakanı’ olacağına ilişkin kanısını ısrarla ifade ederdi. Haklı çıktı.
Benim
Amerikan düşünce kuruluşlarına başvuru projemin metni onun elinden geçti, bazı bölümlerini o yazdı. Üzerimde emeği vardır. Wisconsin Üniversitesi’nde beni konferans vermeye davet ettiğinde, ABD’nin
hububat ambarı Wisconsin eyaletini bana o gezdirdi. Türkiye’ye her geldiği vakit beraber olduk, hep tarih ve günümüzü söyleştik. Yani, Hoca’nın ne düşündüğünü, niye düşündüğünü iyi bilirim. Öylesine bir bilgi
okyanusuna saygıda kusur etmemeye bakarım. Etmedim de.
Ancak, Hoca, konu ‘tarihimizin yükleri’ne geldiğinde tümüyle ‘defansif tepkiler’ veriyor, bir
anıt-tarihçi olmak için her türlü donanıma sahip olmakla birlikte günümüzün verilerinden yola çıkarak ‘
siyaset yapan’ bir
görünüm sergiliyor.
***
Hoca’nın kızgınlığı ve ‘Üçüncü Yol’ yaklaşımı Neşe Düzel söyleşisindeki şu sözlerinde yansıyor: “Benim itirazım.. olayların tek taraflı anlatılması ve durmadan Türkerin mahkum edilmesi. Ben Rumeliliyim. Türk diye görmediğim hakaret kalmamış. Elimden bütün mal mülk alınmış. Ben kurtuluşu vatanım diye Türkiye’ye gelmekte bulmuşum. Niye onlarınkinden de söz edilmiyor?”
İşte Hoca’nın ‘çözümlemeleri’ne damgasını vuran ruh hali bu. Rumeli’den,
Kafkasya’dan büyük göç dalgalarıyla gelen Türk ve
Müslüman ahalinin çilesini, uğradıkları mezalimi bir Müslüman-Türk olarak yüreğinde hissediyor Kemal Karpat.
Gerçi konu hiçbir vakit ‘durmadan Türklerin mahkûm edilmesi’ olmadı ama bu anlaşılır
öfke ve tepki, konu üstelik bir tarihçinin yaklaşımıyla ‘öteki’ye geldiğinde ‘sorunlu’ çözümlemeleri de beraberinde getiriyor.
Ermeni tezlerini reddeden bizim devletin dayandığı Kamuran Gürün bile, Ermenilerin ‘
Soykırım’da 1,5 milyon Ermeni öldürülmüştür’ tezine karşı “
Hayır, Tehcir’de ölen Ermeni sayısı 300 bindir” derken, Karpat, Devrim Sevimay’a yepyeni bir ‘ölen Ermeniler’ rakamı telaffuz ediyor: 100-200 bin kadar. Ayrıca 1 milyon kadar Ermeni’nin de Rus ordularıyla birlikte kaçıp
Ermenistan’a gittiğini öne sürüyor.
Bu ‘yeni tezler’de ‘sorun’ var; zira Bolşevik Devrimi ertesinde Kafkasya’da bağımsız devletler ortaya çıktığında 1918-1920 arasında Taşnaklar’ın yönetiminde Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti kurulmuştu. Ermenistan’ın 1918’deki nüfusu 500 bin idi. Buna Rus ordularıyla birlikte kaçan 300 bin ‘Osmanlı Ermenisi’ eklendi. Bolşevikler, Brest Litovsk Anlaşması’yla 1878’den beri Rusya topraklarına katılmış olan
Kars ve
Ardahan’ı Türkiye’ye devrettikten sonra 1919’da Ermenistan nüfusu 1 milyon 300 bine çıkıyor. Bu sayıya ilaveten, 300 -350 bin ‘Osmanlı Ermenisi’ de Ermenistan’da yerleşmiş durumda. Bir yıl içinde nüfustaki bu şişkinlik, Kars ve Ardahan Ermenileri’nin de Aras nehrinin öte yanına geçmesiyle gerçekleşiyor.
1918 rakamının kaynağı Robert Hewsen’in
Chicago Üniversitesi yayını olan 2001 basımlı ‘Armenia, A Historical Atlas’ adlı kitabı. 1919 rakamının kaynağı ise Amerikan Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’nin 1919 tarihli raporu.
“Tehcir’e konu olan Ermeniler bunlar değil. Tehcir kararının siyasi sorumlusu
Talat Paşa’nın defterlerinde, ‘Tehcir’ öncesi ve sonrası Ermeni nüfusundaki fark 972 bin 246. Yaklaşık 1 milyon. Bunların çekilen Rus ordusuyla, Ermenistan’a kaçmakla, savaş cephesiyle ilgisi yok. Bunlar,
Diyarbakır,
Elazığ,
Malatya, Antep,
Maraş,
Çukurova,
Kayseri,
Sivas,
Tokat,
Konya,
Ankara,
Kütahya,
Bursa, hatta
Tekirdağ vs. Ermenileri. Çoluk-çocuk, kadın-ihtiyar... Yani, bunlar ‘isyancı Ermeniler’ ya da ‘Ermeni çetecileri’ kategorisine girmiyor.”
Peki ya Rumeli’de, Kafkasya’da Müslümanlar ve Türklerin başına gelene ne demeli?
Tarihin ‘masum’ ve ‘tek boyutlu’ olmadığını kanıtlayan büyük
felaketler onlar da. Çok büyük çapta ‘etnik
temizlik’ örnekleri. Özellikle, Rusların 1860’larda Çerkesleri sürmeleri modern tarihin ilk büyük ‘etnik temizliği’ sayılır. Rumeli’de yaşananlar da sonuç olarak ‘etnik temizlik’e yol açtı ama o, 1877-78
Savaşı’nda (93 Harbi) Rus ordularının ilerlemesi üzerine, Rus-Bulgar ortak saldırısının yol açtığı büyük göç hareketiydi. 1912’de
Balkan Savaşı’nın yol açtığı da öyle. Savaşların acımasız sonuçları, kitlesel insan çileleri, büyük yer değiştirmeler. Türk-Rum nüfus mübadelesi de milyonlarca insanın kaderi üzerinde, onlara sorulmadan iki devletin anlaşmasıyla yapılmış bir ‘etnik temizlik’tir. Ailesinin bir yanı ‘Mübadele’ ile Türkiye’ye gönderilmiş bir ‘Rumeli kökenli’ olarak, ‘etnik temizlik’in yol açtığı çileler nedir, gayet iyi farkındayım.
***
‘Tehcir’ ise ayrı bir hadise. Bir devletin, kendi vatandaşı olan bir ‘etnik ve dini
azınlık’ın neredeyse tümünü evinden, toprağından söküp sürmesi hadisesidir. Bu işlemde tek bir can kaybolmamış olsa bile, bunun devasa bir ‘etnik temizlik’ olduğu tartışma götürmez. Ki, tek bir candan çok daha fazlası kaybolmuştur!
Tarihi, güncel siyasetin tartışmaları için ‘
araç’ haline getirirsek, tarihi ‘siyasileştirir’ isek işin içinden çıkamayız. ‘Ama onlar da yaptı. Hem de daha çoğunu yaptı. Aslında bize neler neler yapıldı...’ gibilerinden çocukça tepkiler verilen bir tartışmanın içine sürükleniriz.
Ancak olan-biteni olduğu gibi görürsek, şu anda yüzyüze bulunduğumuz birçok sorunun ‘çözüm anahtarı’nı elimize geçirebiliriz. Tarih, araçsallaştırılması ve siyasallaştırılması durumunda ne kadar yanlış sonuç verirse, bir ‘modern devlet’ ve ‘modern
toplum’ inşasında o kadar ‘işlevsel’dir.
Olgunlaşamazsak, bir türlü büyüyemezsek tarihimizle, olduğu gibi neyse yüzleşemeyiz. Yüzleşemediğimiz ölçüde de olgunlaşamaz, büyüyemeyiz. İleriye doğru yol alamayız.
Tarih konusunda ‘Üçüncü Yol’u gerektirmeyecek ‘Tek Yol’, tarihi şanlı ve kanlı sayfalarıyla birlikte, olduğu gibi görebilmektir...