İsrail Cumhurbaşkanı Şimon
Peres,
Türkiye Odalar ve
Borsalar Birliği (
TOBB) Başkanı
Rifat Hisarcıklıoğlu’ndan sözü alınca konuşmasına
Abdullah Gül’ü kastederek “Sayın Cumhurbaşkanı” diye girdi ve hafif soluna doğru eğildi “Abu Mazen” dedi ve ekledi: “Biz ona öyle hitap ederiz. Kendisi halkımızın çok saygı duyduğu bir insandır.”
“Tarihi
buluşma” olarak nitelenen
Ankara Forumu’nun Abdullah Gül,
Şimon Peres ve
Mahmud Abbas’ın (Abu Mazen) katılımıyla yapılan 7. Toplantısı’ndan sonra
TEPAV’da düzenlenen kalabalık öğle yemeğinde, sanırım, çok kişi Peres’in konuşmasının girizgâhındaki bu ayrıntıyı ya fark etmedi ya da önemsemedi. Oysa, Ankara Forumu’nun Türkiye’nin “siyasi ağırlığı” ve “diplomatik prestiji”ne büyük katkısının yanında,
Filistin-İsrail ihtilafının yakın gelecekte de çözümünün neredeyse imkânsızlığı, bu minik “ayrıntı”da gizli.
Abu Mazen’in, “Barış Süreci”ni canlandırma, “
yol haritası”na hayatiyet kazandırma ve “iki-devlet çözümü”ne gidecek yolda kapıyı aralama gibisinden iddialı hedeflere endekslenen Annapolis Konferansı öncesinde belki de “temel sıkıntısı” burada. Yani, İsrail tarafından “kendisine büyük değer verilen ve saygı gösterilen Filistinli kimliği.”
Normalde, “barış”a ulaşmak açısından bir Filistin lideri için müthiş "koz" olabilecek bu algılama, günümüz şartlarında bir tür “
ölüm öpücüğü” gibi.
Annapolis, bir yönüyle Abu Mazen’i ayakta tutmak, diğer yönüyle giderek zayıflayan İsrail Baş
bakanı
Ehud Olmert’i güçlendirmek ve bunların yanı sıra
Irak’ta tökezleyen ABD’nin
Ortadoğu politikasına “itibar” kazandırmak amacıyla bir
Washington inisiyatifi olarak ortaya çıktı.
Annapolis’in en büyük “kozu” ise başarısızlığı halinde, bölgeye şiddet ortamının misliyle geri dönmesi ihtimali. Hiç kimse bunu arzulamadığı ve göze alamayacağı için, Annapolis’in bir “olumlu sonuç” vermesi beklentisi yaygın.
Ancak, başarısız kalması ihtimali, başarı ihtimaline ağır basıyor. Böyle bir durumda, İsrail’de
erken seçimlere gidilmesi kaçınılmaz gibi gözüküyor. Bugünkü şartlarda öyle bir erken seçimin İsrail “şahinleri”nin başını çeken Likud lideri Binyamin
Netanyahu’yu iktidara getirmesi de en büyük ihtimal. Ondan sonra, zaten şiddet eksikliği çekmeyen Ortadoğu’nun tümünü “şiddet iklimi”nin kaplaması çok muhtemel.
Annapolis’e iki hafta kala, Ankara’da TEPAV Salonu’nda, bu nedenle tuhaf ve “ironik” bir balayı görüntüsü. Bu bölgede pek rastlanmayacak cinsten. Salona biraz yukarıdan bakan platformun ortasında Abdullah Gül, sağında Şimon Peres, solunda Abu Mazen, onun solunda Ali
Babacan, Zafer
Çağlayan, "İsrail TOBB”unun başkanı Shraga Brosch ve
Rifat Hisarcıklıoğlu.. Şimon Peres’in solunda ise Vecdi
Gönül, Beşir
Atalay, Filistin
Dışişleri Bakanı
Riyad Malki ve Filistin “TOBB”unun başkanı
Ahmed Haşim el-Zugheyr. Bölgenin, Filistin ortamının, Filistin-İsrail ilişkilerinin içinde bulunduğu durum düşünülürse gerçekten “sürreel” bir görüntü…
***
Ne kadar kritik bir eşikte bulunulduğunun hemen herkes farkında. Annapolis’in sonuç üretmemesi halinde, Filistin-İsrail ilişkilerine şiddetin nasıl
egemen olabileceğine örnek olarak, 2000 yılında Camp David’de
Clinton-Yaser
Arafat-Ehud
Barak arasındaki üçlü görüşmenin çökmesinin ardından kan gövdeyi götürdüğünü, bu kez “silahlı” olan “ikinci intifada”yı bir sohbet vesilesiyle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e hatırlatıyorum. Aynı kaygıları duyuyor. Annapolis girişiminin başını çeken
Condoleezza Rice’ın beklentilerin hayal kırıklığına dönüşmemesi için çıtayı aşağıya çekmeye çalıştığını söylüyor.
Amerikan basınında son günlerde Annapolis Konferansı’ndan "Annapolis Görüşmesi" olarak söz edilmeye başlandı bile.
Görünürdeki Ankara’daki -balayı manzarasında görülmeyen- en acil sorun,
Gazze’yi tümüyle
kontrol altına alan
Hamas’ın bu süreçte yer almaması. Abu Mazen’in “Filistin Yönetimi Başkanı” sıfatı Gazze’de geçmiyor.
Bununla birlikte, Arafat’ın üçüncü
ölüm yıldönümü vesilesiyle Gazze’de patlak veren ve on binlerce kişinin katıldığı kanlı
gösterilerde
Fetih gücünü gösterdi. Bir bakıma, Abu Mazen de tüm dünyaya, o gösteriler vesilesiyle “Gazze, Hamas demek değildir” mesajı verdi. Bir yandan da Annapolis’te elde edeceği olumlu bir sonuçla birlikte Gazze’ye yüklenebileceğinin sinyalini.
Fetih, elbette ki, Gazze’den silinmiş değil. Ama
Batı Şeria’da da Hamas var. Filistin toplumu, tarihinde görülmemiş biçimde yüzde 50-50 bölünmüş durumda. Ankara’da öğrendiğimiz kadarıyla iki taraf arasında geçen yıl “
Mekke Mutabakatı”na önayak olan Suudi
Arabistan Kralı Abdullah’ın da Filistin bölünmesinden sıtkı sıyrılmış ve bu hayal kırıklığını, bir daha böyle bir uzlaştırma girişimine yönelmeyeceğini Ankara’da dillendirmiş.
Filistinliler arası bu “derin
çatlak”, Ortadoğu’daki
İran politikasına geniş kulvarlar sağlaması bakımından bölgesel ve uluslararası yansımalara sahip.
Türkiye, acaba, Ankara’daki son diplomatik trafikten sonra Filistinliler arasında bir “sessiz arabulucu” rolü oynayabilir mi?
Annapolis öncesi Ankara’daki “balayı”nın arkasındaki “sis perdesi”nde acaba böyle bir imkân yatıyor mu?
Göreceğiz.
***
“İşin özü”ne girilmezse, herhangi bir barış girişiminin yol alması mümkün değil. “İşin özü”ne gelince, “İsrail faktörü” öne çıkıyor. Zira, “işin özü”, soruna çözüm olarak “iki-devletli çözüm”ü öngörüyor. Yani, İsrail devletinin yanı başında “başkenti
Kudüs” olacak bir “bağımsız Filistin devleti.”
İlke olarak buna hiç kimse karşı değil. Hatta, bunu ilk Amerikan Başkanı olarak George W.
Bush yüksek sesle ilan etti ama nasıl bir Filistin devleti, Kudüs dendiğinde tam olarak neresi anlaşılıyor. İş, burada sarpa sarıyor. İsrail’in kuruluş efsanesini yerle bir eden “revizyonist” tarihçilerinden
İlan Pappe, “A History of Modern Palestine” (Bir Modern Filistin Tarihi) adlı kitabında, daha da ileri giderek şu satırlara yer veriyor:
“Filistin’in trajedisi, ne zaman ortaya çıkacaksa, bundan sonraki barış planının barıştan İsrail’in 1967 sınırlarına çekilmesi anlamına geldiğine dair yanlış varsayıma dayandırılmasında. İsrail’in kendi içinde çok sayıda Filistinlinin, bu arada gelecekteki Filistin devleti olarak tasarlanan yerde hatırı sayılır ölçüde
Yahudi yerleşimcinin bulunması, bu görüşün fizibilitesini engelliyor, tıpkı 1947’deki Filistin halkının (BM
Taksim Planı’na) ikna olmaması gibi.”
Gelelim Abu Mazin’e. İlan Pappe, şöyle yazıyor:
“Ne isim ne de kim olduğu önemli. Arafat da dahil, hiçbir Filistinli lider, işsizliğin yaklaşık yüzde 75’e ulaştığı, evlerin yarısının tahir edilmiş olduğu, kanunsuzluğun hüküm sürdüğü ve birçok insanın en yakındaki köylere bile gidemediği, hastanelere, okullara, üniversitelere ve işlerine ulaşamadığı iki muazzam açık hapishanenin başgardiyanı olmayı kabullenemezler.”
Bu konunun “sevimsiz gerçekleri” böylesine çarpıcı. Bu gerçekler, yine de Ankara’da dün Türkiye-İsrail-Filistin (el-Fetih) balayının yaşandığını ve bunun TOBB sayesinde gerçekleştirildiği gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
Umutsuzluk ile işadamlığı bir arada barınamayacak iki kavram. Ortadoğu barışına dair mütevazı ama tek elle tutulur katkının Türk işadamlarından kaynaklanması da rastlantı sayılmaz.