Üç hafta
boyunca
Türkiye dışında kalınca iç
siyaset gündemine kolay kolay intibak edilemiyor.
Mart sonu yapılacak seçimlerin ateşiyle süren polemikler, insan, ülkesine dışarıdan bakmayı denediği
vakit pek ilginç gelmiyor, heyecan yaratmıyor.
Önce
Brüksel’de
Davos’taki ‘drama’ya yakalandım. Bir süre,
Tayyip Erdoğan-Şimon
Peres polemiğinin, Türkiye-
İsrail ve Türkiye-ABD ilişkilerine ve daha da öteye Türkiye’nin
Ortadoğu profili ve uluslararası ilişkiler sistemindeki ‘izdüşümü’ne kafa yorduk.
Barack Obama’nın birkaç gün önce hem Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül, hem de Baş
bakan Tayyip Erdoğan ile yaptığı uzun
telefon görüşmeleri ve bu görüşmelerde Türkiye için yaptığı değerlendirme, söz konusu tartışmayı noktalamış olmalı. Davos sonrasına ilişkin Türkiye gözlemlerimizin Obama’nın tavrıyla doğrulanmasına memnun olduk.
Münih,
Bakü,
Erbil ve
Azerbaycan. Herbiri birbirinden farklı coğrafya köşeleri. Tartışılan konular da farklı ve ancak hepsine Türkiye’yi yerleştirmek mümkün. Türkler, kendi ülkelerini içerden seyrettikleri vakit ne kadar asabi ve sinirli oluyor ve hatta dudak büküyorlarsa, Türkiye dışarıdan seyredildiğinde ve tartışmaya konu olduğunda, içerden b
akılıp günlük siyasetin gelgitlerinin yol açtığı gerginlikler hissedilmiyor.
Bu ‘olgu’yu Mümtaz’er Türköne’nin Erbil’de iken ve Erbil sonrasında Zaman’da üst üste yazdığı son derece ilginç değerlendirmelerde de gözledim. ‘Ülkücü köken’den gelen Mümtaz’er Türköne, Erbil’de ‘
Abant Platformu’nun açılış
konuşmasını yaparken ‘Hepimiz
Kürt’üz’ sözcüklerini -elbette bir metafor olarak- vurgulamıştı. Yazılarından ‘milliyetçi’ çevrelerde rahatsızlığa yol açtığı anlaşılıyor.
Ancak, Mümtaz’er Türköne’nin son yazısında öyle çarpıcı bir yaklaşımı var ki, bunun isabetini, ben
Akdeniz’in ta öte ucundan,
Barcelona’dan doğrulayabilirim...
***
‘Küçük Türkiye
Milliyetçiliği’ başlıklı son yazısı şöyle başlıyor:
“Sevres’de İç
Anadolu Bölgesi ile sınırlı bir ‘Türk vatanı’ öngörülüyordu. ‘Küçük Türkiye’ milliyetçiliği ile, aynı sonua varacak dar ve karanlık bir yolda inatla yürüyenleri kastediyorum. Düşmanlar üreten, nefret kusan, çevreye öfkeyle bakan,
hastalıklı ve kompleksli bir milliyetçilik türü bu. Akıl, sağduyu ve mantık bu hasta dünyaya nüfuz edemiyor.”
Yazının şu bölümlerini izleyelim:
“Türk milliyetçiliğinin ilham kaynağı
Balkan milliyetçilikleri idi.
Cumhuriyet’e kadar Türkçü aydınlar iki kısma ayrılır. ‘Türk kanından olmayan’ Türkçüler ve
Rusya’dan gelen aydınlar. Nâzım Hikmet’in büyük dedesi Mahmut Celaleddin Paşa ilkine, Yusuf Akçura ikincisine örnektir. Türk milliyetçiliği, imparatorlu kültürü ile yoğrulmuş bu topraklara yabancıdır. Cumhuriyet’in ulus-devlet projesi ise bir mecburiyettir. Bu projeyi gerçekleştirmek için seferber edilen milliyetçi tezlerin çoğu abartılı ve uydurmadır.
Ergenekon efsanesi ve kurt figürü gibi. Maksat
Osmanlı’dan uzaklaşarak çok eski ve belirsiz bir tarihi, 5 bin yıl öncesini referans alarak yeni bir ulus devlet tarihi inşa etmekti. Eski Çin almanaklarında yer alan Orta
Asya coğrafyasına dair belirsiz bilgiler, üzerine Türk damgası vurularak bu şekilde yorumlandı.
Cumhuriyet Türkiye’si çok önem verdiği eğitim aracılığıyla, ulus-devletin yerleşmesine ve pekişmesine
hizmet edeceği varsayılan bu uydurma tezler ile beynimizi adeta iğdiş etti. Bu tezleri sorgusuz sualsiz ‘bir din’ gibi benimseyenler ve bu inançlarla mutlu yaşayanlar için artık uyanma vakti geldi. Çünkü bu saçma sapan tezlerin üzerine, ancak bize Sevres’in layık gördüğü ‘Küçük Türkiye’yi inşa edebilirsiniz...
Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde ulus-devletin bütün gayretine rağmen homojen tek bir
halk yaşamıyor. Herkesi ‘Türk yapmak’ veya boyun eğdirmeye kalkmak ‘Küçük Türkiye’ye rıza göstermek demek. ‘Herkese aynı dili dayatmak’ bugün
Kürtlere ‘Kendi dilini kullanmak için kendi devletini kur’ demekten başka anlama gelmiyor. ‘Tek devlet ve tek
bayrak’ı yaşatmak için devletin ulusun herkesin rızasını alarak yeniden tanımlamak zorundasınız...
5 bin yıl öncesinin masallarıyla uğraşmak yerine ayrılalı aradan henüz 100 yıl bile geçmeyen yakın coğrafyanıza yönelmek zorundasınız. Bu coğrafyada yaşamanın bir raconu var. Milliyetçiliğin dar kalıplarını kırıp büyük düşünmek zorundasınız. Bunun için ise en fazla Osmanlı kadar Türk olabilme hakkına sahipsiniz. Daha fazlası ile ‘Küçük Türkiye’de
koyun gibi mutlu yaşarsınız...”
Sevres’in bizlere biçtiği ile şu dönem ‘Türk milliyetçiliği’nin müthiş kesişme noktası ve ortaklığı ancak bu kadar çarpıcı ve etkili biçimde anlatılabilir...
***
Barcelona’da ‘
Avrupa’nın Kapıları’nda’ başlıklı konferansta,
Belgrad’ın kalburüstü entellektüellerinden bir sosyal tarih profesörünü dinliyordum.
Sırpların AB’ye ilişkin ‘ikircikli’ duygularını anlatıyordu. Sırp siyasi eliti ve entellektüellerinin kendilerini ‘milliyetçi proje’den sıyıramadıklarını açıklıyordu.
Sırpların, ta 1804’de
bağımsızlık arayan ‘ilk Osmanlı ulusu’ olduğunu hatırlatan ve bunun ancak 1878’de
Berlin Konferansı’yla mümkün olabildiğini söyleyen Dubrovka Stojanoviç, Sırp siyasi eliti ile entelektüellerinin 19.yüzyıl sonunda ülkenin sosyal ve
ekonomik gelişmesini, bir başka deyimle ‘Avrupalılaşması’nı ‘Büyük
Sırbistan’ hayali uğrunda feda ettiklerini hatırlattı.
İşin ilginç yanı, ‘milliyetçilik ile enfekte’ Sırp siyasi eliti ve entelligentsiyası aynı hatayı, yani ‘Büyük Sırbistan hayali’ peşinde koşma hatasını 20.yüzyıl sonunda bir kez daha, başta
Bosna’daki soykırımsal savaşla tekrarladı. Sırbistan, bırakın ‘Büyük Sırbistan’a ulaşmayı, şimdi Avrupa kapılarında, yönünü bulmaya çalışarak, gidip geliyor.
Ukrayna ve Sırbistan tecrübelerini dinlerken, Türkiye’deki güncel tartışmalarla ilgili birçok ortak yön bulunduğunu kavradım. Türkiye’nin Sırbistan ile Ukrayna’dan ayrılabildiği taraflar, ‘avantajlı’ yanları.
‘
Milliyetçilik’ ile ‘Küçük Türkiye’ye rıza gösterip, Avrupa’dan,
demokrasiden ve
refahtan uzaklaşıyorsunuz. Elinizdeki ‘Küçük Türkiye’yi ise içinizdeki ve çevrenizdeki ‘Kürt ur’u’ ile koruyabilmeniz de kuşkulu hale geliyor.
‘Osmanlı bakış açısı’nı 21. yüzyıl şartlarına adapte ettiğinizde, ‘Küçük Türkiye milliyetçiliği’ni alt ettiğinizde ise, içinizde ve çevrenizde müthiş bir ‘Kürt iksiri’yle güçlenip, Avrupa kapısından içeri ayağınızı sokuyor, demokrasi ve refah yolunda yürümeye başlayabiliyorsunuz.
Bu olguyu en iyi kavrayabileceğiniz yerlerin başında
İspanya gelir. İspanya, yüzyıllar önce dünyanın birçok denizine, kıt’alara hükmeden büyük bir güç idi. 20. yüzyılın ortasında, milliyetçiliğin elinde,
Franco faşizmiyle güçten düştü. Şu sıra ‘ulusal sorunu’nu çözmüş, AB’nin en etkili ve rahat ülkelerinden biri.
İspanya bünyesindeki Katalunya’da, Barcelona’da bu olgunun tanığıyım...