Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu. Gülümsedi: “ Çünkü ben
boyun eğmem, el etek öpmem, dedi; halbuki zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek hatta ayak öpüp, bin türlü tabasbusla, riya ile, tekâpu ile çıktıklarından etraflarına daima hep bu zelil mazilerinin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimleri, himaye ettikleri, hep denî riyakarlar, ahlâksız müdâhinler, namussuz maskaralar, haysiyetsiz dalkavuklardır. Mert, doğru, izzetinefis sahibi, hür, vicdanının sesine
kulak veren bir adam gördüler mi, hemen garez olur, mahvına çalışırlar. Gedik
Ahmed Paşa niçin hançerlendi,
paşam?
“Muhsin Çelebi” Ömer Seyfettin’in “Pembe İncili Kaftan” hikayesinin kahramanı. Duygulu olduğu kadar kahramanlık destanı olanı bu hikayeyi fırsat bulursanız bir kere daha okuyun. Üstelik çoluk çocuk hep birlikte okumakta fayda var.
Şah İsmail’e Osmanlıyı hakkıyla temsil edecek bir elçi gönderilmek istenir ve Muhsin Çelebi bulunur. Vezirin huzurunda aldığı bu
elçilik teklif karşısında yukarıdaki cümleleri sarfeder Çelebi. Sonra da kabul eder, ama bir şartla. “Mademki bu bir fedakarlıktır, fedakarlık
ücretle olmaz. Hasbî olur. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedakarlık, ne olursa olsun, hakikatte şahsi bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben
maaş, mansıp, ücret filan istemem. Fahri olarak bu
hizmeti görürüm. Şartım budur!
Evini arsasını rehin verir devletten bir
kuruş almadan Sırmakeş Toroğlu'na ait dönemin en şöhretli kaftanını “Pembe İncili Kaftan”ı rehin karşılığında emanet alır ve Tebriz’e gider. Şah İsmail’in huzuruna çıkar, Çelebiy’i
küçük düşürmek maksadıyla bir oturak hazırlatmayan Şah’ın niyetini anlayan Muhsin bey önce Padişahın namesini verir ardından kaftanı yere serer ve üstüne oturur. Açar ağzını yumar gözünü. Enfes
Türkçe ile bir nutuk çeker ve herkesin meraklı bakışları arasında birden kalkar arkasını
döner , divandan çıkar. Şah yerdeki
pembe sergiyi göstererek “kaftanını unuttun” deyince ağır ağır döner ve tok ses ile “
Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir
padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok... Hem bir Türk yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz... Bunu bilmiyor musunuz? Der.
Sessiz sedasız Tebriz ayrılıp istanbula gelir.devletin şanına yakışır bir elçilik yapmıştır. Herkes kaftana ne olduğunu sorar. Muhsin Çelebi ise sadece “hiç” diye
cevap verir. Fakat eski zengin Muhsin Çelebi, bu kaftan için girdiği borçları verip çiftliğini, mandırasını, iradlarını rehinden kurtaramaz. Elçilikten yadigar kalan atı ile murassâ takımını satıp Kuzguncuk'ta minimini bir bahçe alır. Onu
ekip biçer çoluğunun çocuğunun ekmeğini topraktan çıkarır. Bir de Ölünceye kadar
Üsküdar pazarında sebzevatçılık eder. Pek fakir, pek acı, pek mahrum bir hayat geçirir. Ama yine de kimseye boyun eğmediği gibi bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakarlıkla hiç övünmez hatta aklına bile getirmez.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gülün büyükelçileri köşke davet ettiğini, bazılarının kabul edip bazılarının reddettiğini okuyunca eski bir “elçi” olan Muhsin Çelebi geldi aklıma.Gözlerim bir Çelebi aradı.Yıllardır devletten beslenmiş ve devlete hizmet etmiş bu insanlardan Muhsin Çelebi kadar bir cesaret beklemek çok mu olur? Yaşım ve hayat tecrübem bu insanları kınamağa müsait olmasa da böyle bir kahraman bekleme hakkım da mı yok? Bir tarafta vezirin emriyle her şeyini, devletin itibarını kurtarmak için satmayı göze alan yiğitler diğer tarafta Padişahın(Cumhurbaşkanı) davetine
burun kıvıranlar.Galiba Yiğitlik artık kitap sayfalarında kalmış destansı bir meziyet.