Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları anlattı:
İslam dünyasının gerçek problemi, Müslümanların şekle takılıp kalmaları ve imandan ihsana, ondan da aşk u iştiyâka yürüyememiş olmalarıdır.
***
İnsan, bir kere “iman”da kemâle ermeyince, “İslam”ı hayatının en büyük meselesi haline getirmeyince, ibadet u tâati kusursuz yerine getirme mevzuunda ölesiye bir ciddiyet göstermeyince “ihsan” kapıları açılmaz ona. “İhsan” kapısı açılınca da o birinci mertebenin hakkı verilmeyince, ikinci mertebenin kapısı açılmaz. Ve işte öyle bir “îmân-ı billah” ve öyle bir “marifetullah”, insanın içinde bir “muhabbetullah”a vesile olur. İnsan, Allah’ı dünyada sevdiği her şeyden daha fazla sever. Peygamberimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), sevdiği her şeyden fazla sever.
“Benim bayramım Sana kavuştuğum gündür!..”
Hazreti Ömer (radıyallahu anh), bir gün coşup O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı sevgisini ifade ettiğinde, “Yâ Rasûlallah, Sen’i, kendimden başka her şeyden fazla seviyorum!” demişti. Gerçekten öyledir. Fakat meseleyi o andaki ufka bağlı, o andaki kalbin tarassuduna bağlı olarak anlamak lazımdır ki bunun manası şudur: “Çok rahatlıkla ben eşimi, çoluk-çocuğumu, evlatlarımı Sana kurban edebilirim!” Hazreti Ömer, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı dile getirdiği böyle bir ifadeye, böyle bir itirafa mukabil beklediği cevabı almıyor. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kemâl-i ciddiyetle meselenin hakikatini vurguluyor; “Yâ Ömer! Beni kendinden de artık sevmedikçe hakiki imanı elde etmiş olamazsın!..” diyor.
Var mı bu mevzuda “ben!” diyen?!. “Ben, Seni aile efradımdan, dünyamdan, mal u menâlimden çok daha fazla seviyorum! Öyle ki ölümü, bir şeb-i arûs gibi bekliyorum. Ama izin henüz Sen’in tarafından çıkmadığından dolayı, ‘emre itaatteki incelik’e bağlılık içinde Sen’den ferman geleceği âna kadar bu zehir-zemberek firkate, bu dâüssılaya katlanmaya çalışıyorum. Yoksa, derdim Sen’sin. Benim bayramım Sana kavuştuğum gündür!..” Kaç insan gösterebilirsiniz böyle söyleyebilecek olan?!. Kendi dünyanızda.. serkârlarınızda.. zâviyeleri tutanlarınızda…
Hazreti Ömer, o zaman kükrüyor; “Yâ Rasûlallah! Şu andan itibaren, içimin sesi, Sen’i nefsimden de artık seviyorum!..” diyor. O nasıl bir tabiat ve nasıl bir fıtrat ise, hemen, birden bire bir amudî yükseliş ortaya koyuyor. Dikey yükseliş demek; kavsî değil, ufkî değil, amudî yükseliş; birden bire. Bu, Hazreti Ebu Bekir gibi kimselerde, Hazreti Ömer gibi kimselerde, Hazreti Ali gibi kimselerde, Hazreti Osman gibi kimselerde, Hazreti Hâlid gibi kimselerde (radıyallahu anhüm ecmaîn) görülüyor.
Birkaç senede ihsan ufkuna erenler olduğu gibi yıllarca kâmil imandan nasipsiz gezenler de var.
Bazen insan, yüz sene câmiye gelir-gider; gelir-gider fakat utanmadan yalan söyler; mü’mine “mürted” der, gerçek mü’mine “terörist!” der, gerçek mü’mine “paralelci” der. Çünkü gidip gelmiş ama zerre kadar istifade edememiştir, dinden nasibi o kadar olmuştur onun. Duymamış Allah’ı hiçbir zaman; içtenleştirememiş Hazreti Muhammed sevgisini (sallallâhu aleyhi ve sellem); Râşid halifelerin yolunu sindirememiş.
Vuslat İştiyâkı ile Emre İtaatteki İncelik Arasında “Şeb-i Arûs” İntizarı
Buradan bir kadem ileriye adımınızı attığınız zaman, içiniz muhabbet-i İlahî ile coşuyor. “Acaba Sana ne zaman kavuşurum?!. Şayet kendimi öldürmeyi yasak etmeseydin, Sana kavuşmak için o meşru olsaydı, şehitlik gibi bir şey olsaydı, hiç tereddüt etmeden Sana kavuşmak için hançeri sineme saplardım!..” ...
Şehadeti böyle karşılama.. Allah yolunda yaşarken, öldürülmeyi böyle karşılama. Bu, kendini ölüme atma demek değildir; yerinde ölmektir esasen. Öbürü deliliktir, cinnettir. İ’lâ edeceğin şeyi i’lâ etme istikametinde yaşarken, bir kobra sokmuş seni, bir akrep sokmuş seni. Bir yılanın sokmasına, bir sırtlanın ısırmasına, bir panterin parçalamasına, bir kurdun, bir kuduz köpeğin saldırganlığına maruz kalmışsın. Ve dolayısıyla ruhunun ufkuna yürümüşsün. İşte ölüm ona derler; o, “vuslat”tır. Hazreti Mevlâna’ya nispet edilir ama büyüğüyle-küçüğüyle bütün Hak dostları o gidişe öyle bakmışlar ve “şeb-i arûs” demişlerdir.
Bugün o “şeb-i arûs”u tes’îd eden insanlar, folklor olarak tes’îd ediyorlar. Mevlânâ’nın ufkuyla alakaları yok onların. O, hayatını O’nun için kendinden geçerek, deli gibi, namazın, ibadetin ve sâir mükellefiyetlerin dışında sürekli “semâ” yaparak geçirmiş. Kendinden geçerek… Ebu’l-Hasan el-Harakânî’ye “Sen semâ yapmıyor musun?” denince, ihtimal Hazreti Mevlânâ’nın ruh hâletini ve temâşa ufkunu nazar-ı itibara alarak diyor ki: “Ayağını yere vurduğun zaman, arş-ı âzâmı temâşa ediyorsan şayet, o zaman dönme senin hakkındır; öbürü riyâ olur, şekil olur!” Bugünküler folklor, kültür; seyretme de folkloru, kültürü seyretme; eğlenme yani, her sene bir eğlenmeye gitme. Önemli olan, o Hazret’in ufkunu paylaşma; o yol da açık insana.
Bildiğiniz gibi, o yol, “imân-ı billah”, “İslam”, “marifetullah”, “muhabbetullah”, “zevk-i ruhânî” ve “aşk u iştiyak-ı likâullah”tan geçiyor. Bu ufku ihraz ettiğin zaman, o senin içinin öz malı haline geliyor. Artık sen bir yönüyle O’nun tenbihleriyle hareket ediyorsun; gözün hep öbür âlemde: Acaba kapı ne zaman açılacak? Fakat O’ndan emir gelmeden o kapının düğmesine dokunmam, o kapıyı açmam. Azrail’i gönderir bana, “Emanetini ver!” der; ben de seve seve “Hoş geldin, safâ geldin!” derim. Buna mü’minin tenakuzu/çelişkisi diyebilirsiniz. Nedir çelişki? Çelişkinin bir yanı, “ölesiye iştiyak”; burnunun kemiklerinin sızlaması Allah’ı düşündüğün zaman, Rasûlullah’ı düşündüğün zaman… Hatta değil Rasûlullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) -bilmem, O’na “değil” demek de ayıp mı oldu!- Ebu Bekir’i, Ömer’i, Osman’ı, Ali’yi (radıyallahu anhüm ecmaîn) düşündüğün zaman… Hayır, onları da değil, Ashâb-ı kiramdan adını bilmediğim birisini ya da bir Hanzala’yı düşündüğün zaman… Bırak Hanzala’yı… Hâşâ, Hazreti Hanzala bırakılır mı, Hanzala bırakılacak adam değil ki… Fakat mesela Hazreti Vahşî’yi, Müseylemetü’l-kezzâb’ın sinesine mızrağını saplayan adamı düşündüğün zaman burnunun kemiklerinin sızlaması!..
“Yâ Rasûlallah, artık Sana görünebilir miyim?!.”
Allah Rasûlü, “Bana sık görünme; amcam Hamza’yı hatırlarım, içimde -elimde olmayarak- sana karşı bir rahatsızlık hâsıl olur!” demiş ona. Bir insan… Allah Rasûlü’nün inceliği açısından bunu düşüneceksiniz.. Hamza’nın fedakârlığı açısından düşüneceksiniz. Amca olması açısından düşüneceksiniz. Çocukluklarını beraber yaşamaları açısından düşüneceksiniz. Amcanın, yeğeninin dinine girmesinin çok zor olmasına rağmen, seve seve o dine girmesi açısından düşüneceksiniz. Bedir’in âbide şahsiyeti olması açısından düşüneceksiniz. Seve seve yurdunu-yuvasını terk edip Medine’ye hicreti açısından düşüneceksiniz. Ve Uhud’da şehâdeti açısından düşüneceksiniz. Allah Rasûlü, bütün bu mülahazalar ve daha niceleri zaviyesinden, “Bana sık görünme; amcam Hamza’yı hatırlarım…” (radıyallahu anhu elfe merrâtin) diyor.
Ne kadar seviyorum bilemezsiniz onu, ne kadar, ne kadar… Ama bilmem, köpeğin sevmesi onun nezdinde bir kıymet ifade eder mi? Ashâb-ı Bedir’i okurken, her adı geldiğinde, “Sana kurban olayım!” geçiyor içimden, “Sana kurban olayım!” İşte Allah Râsulü de o mülahazalar ile, “Böyle çok sık görünme, hatırlarım, elimde olmayarak!..” diyor.
Siyer ve menkıbe kitaplarında deniyor ki: O da bir fırsat yakalıyor, Hazreti Ebu Bekir döneminde. Yemâme şeytanı Müseylemetü’l-kezzâb, ilk fitne çıkaran insanlardan. Kitabü’l-fiten’de bahsedilen fitneleri, o dönem açısından, o dönem zaviyesinden, o döneme ait hususiyetleriyle, renkleriyle, desenleriyle temsil eden gaddâr u hattâr. “Kezzâb!” denmiş ona. Evet, Hazreti Vahşî tam bir fırsatını kolluyor. Kezzâb’ın saklanmak isteyip sığındığı bir yerde kendisini müdafaa ettiğini görüyor. Mızrağını -ki Hazreti Hamza’nın bağrına sapladığı mızrak diyorlar- Müseyleme’nin bağrına saplıyor. Sonra hemen orada yere kapanıyor. O zaman artık Efendimiz yeryüzünde yok. -Canım çıksın.- “Yâ Rasûlallah, artık görünebilir miyim Sana!” diyor. Hayatı böyle yaşama, böyle derin yaşama…
***
Şimdi bu türlü şeylerde insan bazen hafif bir suizanna kayıyor gibi olur: “Neden bunca dert, bela, mesâib, mühlikat ve mûbikat karşısında, bu insanlarda böyle ciddî bir ses yok, kalblerde bir heyecan yok; başını yere koyup kalktığı zaman seccadesi ıslanmıyor!..” falan, hemen gelebilir aklına. O zaman ben şunu diyeyim, anahtar bir şey bu: Efendim, âşıkların his dünyaları, heyecan dünyaları biraz gözyaşlarıyla dışa vurur. Sâdıkların sadakati de onların gönüllerinde bir derinliktir. Onların kalbleri de duracak gibi olur fakat “Sâdıkım, dersen derdinden kimseyi haberdar eyleme!” mülahazasına bağlı yanıyorlardır; cayır cayır yanıyorlardır, ocaklar gibi. Ketencizâde’nin dediği gibi: “Yansam da ocak gibi, gam eylemem izhar / Yakma beni nâr-ı ağyâra, ey Gaffâr u Settâr!..” Son mısrayı biraz değiştiriyorum, öylesi daha çok hoşuma gidiyor: “Yansam da ocak gibi, gam eylemem izhar / Yakma beni nâr-ı ağyâra, ey Gaffâr u Settâr!..” Cayır cayır yanıyorlardır ama dışarıya vurdurmuyorlardır.
İşte başkalarına bakarken, o durağanlığı, böyle pozitif bir yorumla kendi zihnimizde ta’dil etmeliyiz. Aksi halde, insanlar hakkından “Bunların da maşallahı var; aysbergler gibi, altlarında dünyanın bütün odunlarını yaksanız yine erimeyecekler!” şeklinde düşünmek, suizan olur. Belki öyle değillerdir o insanlar; hakikaten içlerinde bir şey vardır. Bir de bazen bir riya (gösteriş) korkusu, bir süm’a (duyurma) korkusu ile hakikaten dillerini ısırırlar bunlar; sır vermemeye çalışırlar o mevzuda; heyecanları onlar için “sır serası” arkasında kalır.
Evet, elden geldiğince başkalarına böyle hüsnüzanla bakmak lazım. Fakat her şeye rağmen, Kıtmir’in aklına gelen şey, bu heyecanın herkes tarafından aynı derinlikte duyulması. Bu, insan olmanın, Anadolu insanı olmanın gereği gibi geliyor bana. Böyle, ferâinenin cirit attığı, münafıkların at oynattığı bir dönemde, gayza, nefrete, kine doyma bilmeyen insanların, akla değil de şeytanların dürtü halinde hâsıl ettiği şeylere uyup hep onun güdümünde en çirkin şeyleri yapmaları karşısında, hâlâ sinelerde bir ürperti yoksa, bence o türlü sineler, bir bıçakla kesilip köpeklere atılacak bir et parçasından farksızdır. Vesselam.