Milliyet Gazetesi’nden Hasan Cemal, anayasa değişikliği ile ilgili son bir kaç gündür basında çıkan haber ve yorumları
Türkiye'de oynanan yeni bir oyunun
psikolojik kampanyası olarak değerlendiriyor ve şöyle devam ediyor:
Asker-yargı-üniversite...
Bu
ittifak yaptı, 12
Eylül askeri yönetiminin anayasasını. Demokrasinin kolunu kanadını kırarak Türkiye'nin sırtına bir deli gömleği gibi giydirilen 1982
Anayasası, bu ittifakın ürünüydü.
Gazetelerin birinci sayfalarını okurken yine o ittifakı anımsadım.
Yargı ve üniversite aba altından
sopa gösterisi yapıyordu.
Nedir bunların anlamı?..
Düşünmeye çalışın.
Bugün bu ülkede
demokrasi kavgası yaşanıyor. Sivil anayasa da bu mücadelenin parçası.
Anayasaları bu ülkede sadece
darbeciler ile onların
sivil müttefikleri mi yapacak?
Üniversitede
türban yasağının kaldırılmasını istemek, parti
kapatma nedeni mi sayılacak? Bunun için
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararları bile koca koca hukukçular tarafından çarpıtılacak mı?
Ayıp, geçelim.
Türkiye'yi
Malezya'ya benzetmek, Türkiye'yi İran'la,
Cezayir'le mukayese etmek, hiç kuşkunuz olmasın, Türkiye'yi ve modernleşme tarihini küçümsemektir, bu ülkenin gelişmişliğini fena halde hafife almaktır.
Altını çiziyorum:
Türkiye'de dinci darbe
tehlikesi yoktur.
Ama böyle bir senaryoyu sabah
akşam medyada ısıtanlar, sivil asker başka darbeleri tetikleyebilecek psikolojik kampanyaların aleti durumuna düşebilirler.
Asıl tehlike budur.
Radikal'deki yazısında İsmet Berkan, seçim sürecinde
Anadolu'nun siyasi eğilimleri konusunda yanılan meslektaşlarının bugünlerde yeni bir yanılgının daha içinde olduğuna dikkat çekiyor ve şöyle devam ediyor:
Sağ olsun, Prof. Dr. Şerif
Mardin zaten az
mülakat veren bir isimdi, herhalde bundan sonra bir daha hiç mülakat vermeyecek; çünkü onun sözlerini alıp yanlış anlamakta veya ondan anlamak istediğimiz şeyleri anlayıp geri kalan sözleri yok saymakta üstümüze yok.
Bugünlerde Türk basınının köşeleri 'mahalle
baskısı'ndan ve 'Anadolu'dan söz eden yazılardan geçilmiyor neredeyse. Ama bir şey dikkatimi çekiyor: Yazarlar, 'Anadolu' derken sanki çok uzaktaki bir
masal ülkesinden söz ediyormuş havası veriyorlar.
'Türban serbest kalırsa Anadolu üniversitelerinde neler neler olur'muş. Neler olurmuş? 10 yıl önceye kadar pek çok Anadolu üniversitesinde türban fiilen serbestti. Ne oldu? Oralardan
mezun olanlar ne oldu? Oralarda türbansızların zorla örtünmesi için bir 'baskı' mı kurulmuştu?
Hâlâ 'bütün kötülüklerin anası' Anadolu imaları bence çok anlamsız. İşin garibi, bu imaları yapanların tamamının, seçim öncesi süreçte Anadolu'nun siyasi eğilimleri konusunda fena halde yanılmış olmaları ve bugün bu yazıları yazmaya neredeyse hiçbir özeleştiri/kendini gözden geçirme yapmadan yeniden soyunmaları.
Türkiye ne
Pakistan, ne Malezya, ne Cezayir, ne de Fas. Bu ülkeyi oralarla kıyaslamak başka her şeyden önce bu toprakların tarihine, gururuna,
gelişim çizgisine ve kendimize bir nevi
hakaret.
Zaman'dan Ekrem Dumanlı ise
mahalle baskısı tartışmalarındaki hırçın üsluba dikkat çekiyor ve "Türkiye'deki mahallelerde böyle bir sorun yok" diyor ve şöyle devam ediyor:
22 Temmuz seçim sonuçları bazı insanların asabını fena halde bozmuş durumda. Burnundan soluyor birileri. O yüzden hangi meseleye el atsalar büyük bir
gürültü kopuyor. Kakofoni dedikleri bu olsa gerek.
Sivil anayasa tartışmasına bakar mısınız lütfen. Öyle sert, öyle acımasız ve öyle önyargılı yaklaşanlar var ki.
Bir de "rejim krizi" üzerine atıp tutmalar söz konusu. Kabak tadı veren bir söylemdir bu; ama olsun; yeter ki
öfke karşılığını bulsun. Yok efendim türban yasağı anayasa tarafından kaldırılırsa "mahalle baskısı" olurmuş. Hangi mahalleden bahsediliyor anlamak mümkün değil. Güya üniversitelere başörtülüler girerse, başörtüsüzler üzerinde baskı oluşurmuş. Peki, şu an başörtülülere uygulanan baskıya ne demeli? Halk sokakta çözmüş problemi; mahallede kol kola yaşıyor; ama hırçın ve bıçkın söylemin belirlediği mahallenin adresi
Satürn gezegeninin kozmik caddelerini,
sanal sokaklarını işaretliyor. Türkiye'deki mahallede böyle bir sorun yok. Varsa da onların söylediğinin tam tersi var.
Hırçınlığın asıl sebebi falan parti, filan lider değil;
halktır, halkın ta kendisidir. Onca propagandaya rağmen vatandaş cepheleşmeden yana tavır koymadı. "Yaşam tarzımıza müdahale edilecek" diye feryat edenler halkı ikna edemedi. "Laiklik tehlikede" söylemine hiç kimse inanmadı; zira böyle bir tehlike yoktu; olamazdı da. Artık vatandaş rejim krizi edebiyatıyla yapılacak
siyasetten nefret ediyor; iş istiyor, aş istiyor, huzur istiyor, istikrar istiyor.
Ergun Babahan da Sabah'taki yazısında yaşananları saçma bir gerilim olarak nitelendiriyor. Babahan'a göre Türkiye, işte bu yüzden bir türlü normalleşemiyor.
Ergun Babahan şöyle devam ediyor:
Türkiye gerçeküstü bir dönemden geçiyor gibi. Sıradan çıkıp tekrar geri dönen
generaller,
Hayrünnisa Hanım'la köşe kapmaca oynayan subaylar, her konuyu rejim meselesi yapanlar, milletvekili dokunulmazlığını vekilin partisine göre uygulayan mahkemeler...
Bu listeyi uzatmak mümkün.
4.5 yıllık iktidarının ardından yine büyük bir çoğunlukla başa gelmiş bir parti var.
Ekonomide işler yolunda gidiyor.
Terör zaman zaman başını kaldırıyor olsa bile seçim öncesi döneme göre hız kesmiş vaziyette.
Bölge adına siyaset yaptığını söyleyen partiler de, Türkiye'nin milliyetçi kesimini ve duygularını temsil ettiğini söyleyen parti de
Meclis'te ve bir arada çalışıyorlar.
Yani, dışarıdan bakıldığında her şey yolunda gibi görünüyor.
Ama sürekli üstüne oynanan korkularımız var.
Sürekli bir korku tahriki bombardımanı altında yaşıyoruz ve hükmümüzü eldeki verilere göre değil, korkulara göre veriyoruz.
Her konu rejim meselesi haline getirildi ve gele gele bu noktaya geldik.
Hala eski üsluplarını sürdürmek istiyorlar.
Türkiye bu saçma gerilim yüzünden bir türlü normalleşip işine bakar hale gelemiyor ne yazık ki.
Taha Akyol ise herkesi soğukkanlı olmaya davet ettiği yazısında, dillendilen kaygıların gereksiz olduğunu anlatıyor ve şöyle devam ediyor:
Sokaktan veya mahalleden şeriatçı bir darbe gelebileceği korkusu yeni değil.
Ben katılmıyorum bu kaygılara. Bolşevik darbesi, Cihan Harbi'nde bütün sosyal ve siyasi kurumları çökmüş feodal bir Rusya'da, cepheden kaçan eli silahlı yüz binlerce askerin gidip Bolşeviklerin "
demir disiplinli" yeraltı örgütünün emrine girmesiyle gerçekleşmişti.
Bugün öyle Bolşevikler gibi entelektüel kapasiteye sahip, Lenin'in deyimiyle "demir disiplinli" ve bütün ülkeyi kuşatmış bir şeriatçı ihtilal örgütü yoktur! Onun emrine giren yüz binlerce silahlı
asker kaçağı, grevlerle ekonomiyi temelli çökerten 'şeriatçı proletarya' da yoktur.
Tam tersine, Türkiye'de demokratik, hukuki, askeri,
ekonomik ve sosyal bütün kurumlar
yerli yerinde; bırakın çöküntüyü, Türkiye
toplumsal olarak gelişiyor bile.
Hepimiz de biraz soğukkanlı olmalıyız.
Türkiye tabandan liberalleşiyor, modernleşiyor; gerilimler bu süreci kesip Türkiye'yi yirmi yıl geriye atmamalı.
Bu, hepimizin sorumluluğundadır.
Yeni Şafak'tan Ali Bayramoğlu ise yaşanan tartışmaların kimi aktörler tarafından bilinçli olarak tırmandırıldığının altını çiziyor ve şöyle devam ediyor:
Nitekim Türkiye bir kez daha, "üstü örtülü gerginlikten açık gerginlik suları"na doğru hızla seyrediyor. Yeni anayasa tartışmaları, kimi aktörler tarafından çatışmayı yükseltmek için kullanılmaktadır…
Bu çağda bu ne garip zihniyettir?
Bu nasıl demokrasidir?
Bu ülkenin demokratik, özgürlükçü bir anayasa ihtiyacının önünü, toplum ve Meclis iradesine rağmen kim nasıl tıkayabilir?
Ne var ki, bu soruları istediğiniz kadar sorun, isteğiniz kadar şaşırın, bunlar olabiliyor…
Peki, ne yapmak gerek?
Çatışma engellenemediğine göre, bu çatışmayı iyi ve doğru yönetmek gerek.
Aksi halde önümüzdeki yokuş insanı yoracak türdendir…