Ekonomist Uğur Gürses kendi kişisel blogunda kaleme aldığı yazıda Türkiye'nin ekonomi yönetimini maceradan maceraya koşmakla itham etti. Gürses'e göre hasar büyük ama sonucunun ne olacağını tahmin etmek güç.
Gürses'in yazısından ilgili bölüm şöyle:
Mayıs 2018 sonunda 56 milyar TL olan bütçe açığı, Mayıs 2020’de 3 kat aratıp 146 milyar TL’ye çıkarken, Merkez Bankası’ndan alınan ihtiyat akçeleri ve yıllık karın açığı kabaca 100 milyara yakın düşürdüğünü de hesaba katmak gerekiyor.
İlginç olan, ekonominin temel parametrelerinden biri olan faizler bu hızla düşürülürken, iktidara yakın medyada “faiz indi, döviz kuruna bir şey olmadı” söylemi ses buluyordu. Oysa kamu bankaları ile döviz satışları hızla devam ediyor, bu dövizler Merkez Bankası’nın rezervlerinden gidiyor, ortaya çıkan erime de bankalar ve Katar ile Çin Merkez Bankası’ndan alınan swaplarla “makyajlanıyor”, bu dövizler “erimemiş gibi” sunuluyordu.
Covid-19 salgını ile yabancı yatırımcılar dövizlerini yatırımlardan çekme sürecini hızlandırdılar. Yerleşikler de bir kısım döviz hesaplarını sistemden çekerken, bir taraftan da altın almaya başladılar. Sadece Covid-19 salgını sonrasında Merkez Bankası’nın döviz rezervleri haziran sonu itibariyle yaklaşık 31.5 milyar dolar eridi. Mayıs sonunda Katar Merkez Bankası’ndan 10 milyar dolar swap işlemi ile 21.5 milyar dolar erimiş görünse de.
Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin erimesi, çok doğal olarak döviz rezervlerinin yeterliliği tartışmasını gündeme taşıdı.
Son gelinen noktada hesaplar şöyle yapılıyor; haziran sonunda brüt döviz rezervi 51.4 milyar dolar. Altın rezervi de 38.8 milyar dolar. Yani toplam rezerv 90.2 milyar dolar.
Mayıs sonunda 54.3 milyar dolarlık döviz rezervi varken, bankanın açıkladığı swap verilerine göre; 16 milyarı doları Katar ve Çin merkez bankaları ile yapılan swaplardan, 35.8 milyar doları da bankalarla yapılan swaplardan “bilançoya yazılan” rezervler. Yani döviz rezervlerinin neredeyse tamamı swapla sağlanmış. Bankalar, kâğıt üzerinde “Al TL’ni geri, ver dövizimi” derse altınlar dışında rezerv diye bir şey kalmıyor.
Özeti şu; Merkez Bankası “alın size TL, bana döviz borç verin” diyerek swap yapmamış olsa neredeyse altın hariç tüm rezervlerin erimiş olduğunu görecektik.
Peki bu döviz talebi nereden geldi de bu dövizler satılarak eritildi? İşleri ekonomiyi yönetmek olanlar neden çıkıp da “dış güçlerin oyunundan” bahsediyor hala?
Yılbaşından haziran sonuna kadar 6 ayda yabancıların satarak çıktığı tahvil ve hisse senedi miktarı 11.5 milyar doları bulurken, yerleşiklerin bankalardan satın aldığı döviz miktarı 7.5 milyar doları buldu. Bu döviz talebinin “arka kapıdan” kamu bankaları eliyle satılarak karşılandığı hesaba katılırsa sürpriz yok.
Başkanlık sistemine geçişle, devamında da parasallaşan ve hızla düşürülen faizlerle ani duruş güçlendi, döviz girişi bir yana çıkış devam ediyor.
Negatif reel faiz ve devasa kredi genişlemesi
Ankara ise kamuoyuna sürekli bir “yabancıların ekonomiyi çökertmeye çalışması” biçiminde anlatıyor. Ne yapacağını bilemeyen, kötü yönetim sergileyen, sürekli olarak da TL’nin konvertibilitesine hasar veren yasaklar, kısıtlamalar ve ağır işlem vergileri getiren Ankara’nın tek bildiği bu; serbest piyasa koşullarını kilitlemek, iktidar gücü ile kurumlara ve şirketlere “aba altından sopa sallama” ile sorunlara çare arayışı. Kimisi kısa vadede belki zaman zaman etkili olmuş gibi görünse de orta vadede kırılganlığı besleyen, krizi derinleştiren bir politika bu.
Peki neden yerleşik yurttaş ve şirketler dövize yöneliyor?
Basit; hukuksuzluk, keyfilik, ağır baskı, demokratik değerlerden uzaklaşma gösteren iktidara ve onun kurduğu sisteme güvensizlik ile hızla düşürülen faizlerle negatif reel faiz düzeyine gerileyen TL getirileri.
Düşürülen faizler yanında bir de belki de son 10 yılda görmediğimiz, çok kısa bir dönemde devasa kredi genişlemesi yaşanıyor.
Pandemi sonrasında da BDDK eliyle bankaları kredi genişlemesine zorlamak için getirilen “aktif rasyosu” uygulaması da reel getirileri iyice aşağı çekti. Kredi genişlemesine sıcak durmayan bankalar rasyoyu tutturmak için mevduat azaltmayı tercih ederek mevduat faizlerini iyice aşağı çekince faizler enflasyonun altında kaldı.
Kamu bankaları olmadığı kadar büyük bir kredi genişlemesine giderlerken, özel ve yabancı bankalar çok daha yavaş bir artış gösteriyor.
Türkiye’de pandemi döneminin başlangıcı 6 Mart haftası olarak baz alınırsa 26 Haziran haftasına kadar 16 haftada TL krediler yüzde 20’lik oranda 351 milyar TL’lik artış gösterirken, bunun yüzde 66’sını kamu bankaları sağladı. Üç büyük kamu bankasının toplam bankacılık sistemindeki aktif büyüklüğüne göre ağırlığı yüzde 36 seviyesinde.
2019 Haziran’ında yenilenen seçimden sonra bugüne kadar olan TL kredi büyümesi de yüzde 39.4 gibi çok yüksek bir artışı gösteriyor. Bunda yine kamu bankalarının payı çok yüksek; artan kısmın yüzde 65’ini kamu bankaları sağlamış.
Ekonominin kimyası değişti
2018’de başkanlık seçimine giderken başlayan, seçim sonrasında da hızlanan eğilim şöyle bir tablo çıkardı; Türkiye’de ekonominin kimyası değişti. Her alanda özel sektör “kelepçelendi”. Fiyatlamadan, kaynak kullanımına, yatırım izinlerinden her türlü düzenlemeci üst kurulların faaliyet alanına kadar “Parti devleti sizi izliyor” heyulası girişimcilerin üzerinde “kılıcını” hissettirdi.
Kamu bankaları giderek daha baskın hale geldiler. Kamu bankaları bir taraftan hem Merkez Bankası’nın rezervlerini kullanarak hem de kendileri pozisyon açarak (2020 yılında 6 ayda 6.5 milyar dolar) kur politikasına yön verirken, diğer taraftan da TL cinsi kredilerin, 2018 başında yüzde 37’si kamu bankalarına aitken, Haziran 2020 sonunda yüzde 50’sine ulaştı.
Durgun bir ekonomide temel yapısal sorunları çözmeden yüksek bir kredi enjeksiyonu, komadaki bir hastaya adrenalin zerk etmek gibi kısa vadede bir hareketlenme getirebilir belki ama sürdürülebilirlik olmadan yeni “zombi” firmaların sayısını artırmaktan başka işe yaramayabilir. Pandemi nedeniyle ihracat siparişlerinde düşüş, turizmde neredeyse toptan kayıp tablosu olan ülkede yatırımların da durduğu hesaba katılırsa kredi genişlemesi nereye akacak?
Olağanüstü yüksek kredi genişlemesinin fiyatlar üzerine nasıl bir etki yapacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz. Ancak, yüksek döviz borçlusu olan, döviz girdileri zayıflayan bir ülke için kur üzerine baskı yapacağı çok açık. Bunun iyi bir örneği KGF kredileri ile yüksek kredi genişlemesi yapılan 2017’dir. Sonuçta kur artışı için zemin oluşturmuştu.
Şimdi sadece turizmden en iyi olasılıkla 25 milyar dolar kayıp ufukta görünüyor. Buna ihracat siparişlerinde de düşüşle; yüzde 10’luk bir kayıpla (IMF tahmini; Euro Bölgesi’nde yüzde 10’luk küçülme öngörülüyor) muhtemelen kabaca bir 15 milyar dolar daha eklenecektir. Nisan ve mayıs ayları gösteriyor ki ihracattaki kayıplar ithalattan çok daha büyük, hacim küçülse de dış ticaret açığı büyüyor. Bunu da binlerce ithal ürüne ilave gümrük vergileri koyarak önleme çabası var.
Dış talep şokuna içeride faiz indirimini negatif alana taşıyarak ve devasa bir kredi genişlemesi ile yanıt veren bir ekonomi yönetimi, muhtemelen ne yaptığını bilmiyor olmalı. Zira bu bir makroekonomik çerçevesi olmayan maceracı ekonomi politikasının sonuçlarının bedelini yerleşikler ödeyecek.
Ankara’nın iktidarı kaybetme korkusu ile ekonomide girdiği maceranın sonunu tahmin etmek zor olmasa da hasarın ne boyutta olacağını merak etmemek mümkün değil.