Abdullah Aymaz - Samanyoluhaber.com
Üstad Hazretleri “Hasbünallahü Ve ni’me’l-Vekil” (3/173) âyetini her gün 500 defa okuyarak hasta, yaşlı şahsiyetine orduların âdeta saldırdığı o sıkıntılı günlerde bir sütre, bir kale yapmıştır… Şu sıkıntılı günlerde de biz Üstadımız gibi böyle sığınağa muhtacız… Gerçekten bu âyetin nasıl bir sığınak olduğunu anlamak için, Müellifinin izahlarına bir göz atalım:
“Ben o gurbetler, hastalıklar ve mazlumiyetlerin tazyiki ile dünyadan alâkamı kesilmiş bularak, ebedî bir dünyada ve bâkî bir memlekette daimî bir saadete namzet olduğumu iman telkin ettiği hengâmda ‘of, of’ demekten vazgeçtim, ‘oh, oh’ dedim. Fakat bu gaye-i hayal ve fıtratın neticesinin tahakkuku, ancak ve ancak bütün mahlûkatın bütün harekat ve sekenâtlarını ahvâl ve âmellerini, kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve âciz-i mutlak olan insanı kendine dost ve muhatap eden ve bütün mahlukat üstünde bir makam veren bir Kadir-i Mutlakın hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inayet ve ehemmiyet vermesiyle olabilir, diye düşünüp bu iki noktada; yani böyle bir kudretin faaliyeti… ve zâhiren bu ehemmiyetsiz insanın hakikatli ehemmiyeti hakkında imanın inkişafını ve kalbin itminanını veren bir izah istedim. Yine o âyetle müracaat ettim, dedi ki, HASBÜNÂ (Bize yeter) daki NÂ (Bize) ya dikkat edip, senin ile beraber Lisan-ı hâl ve lisan-ı kâl ile kimler HASBÜNÂ’yı söylüyorlar, dinle!’ diye emretti.
“Birden baktım ki, hadsiz kuşlar ve kuşcuklar, sinekler ve hesapsız hayvanlar ve hayvancıklar ve nihayetsiz nebatlar, yeşilcikler ve gayetsiz ağaçlar ve ağçcıklar dahi, benim gibi lisan-ı hâl ile HASBÜNALLAH VE Nİ’ME’L-VEKİL mânâsını yâdediyorlar ve yâda getiriyorlar ki: Bütün hayat şartlarını tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki, birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli gibi katreler ve birbirinin aynı gibi habbeler ve birbirine benzer çekirdeklerden kuşların yüz bin çeşitlerini ve hayvanların yüz bin tarzlarını nebâtâtın yüz bin nevini, ağaçların yüz bin sınıfını yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü, mizanlı, intizamlı, birbirinden ayrı, fârikalı bir surette gözümüz önünde, bilhassa her baharda gayet çabuk, gayet kolay, gayet geniş bir dairede gayet çoklukla yaratır, yapar. Kudretinin azamet ve haşmeti içinde, beraberlik be benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapılmaları vahdetini ve ehadiyetini bize gösterir… ve böyle hadsiz mucizeleri, ortaya koyan bir fiil-i rubûbiyete ve bir yaratıcılık tasarrufuna müdahale ve iştirak mümkün olmadığını bildirir, diye bildim.
“Sonra ‘HASBÜNÂ (Bize yeter)’daki ‘NÂ (Bize)’ da bulunan ‘ENE (Ben)’ ye yani NEFSİME baktım, gördüm ki: Hayvanat içinde beni dahi menşeim olan bir katre sudan yaratan yaratmış, mucizâne yapmış, kulağımı açıp gözümü takmış, kafama öyle bir beyin, sineme öyle bir kalb, ağzıma öyle bir dil koymuş ki, o beyin ve kalb ve dilde rahmetin bütün hazinelerinde depolanan bütün rahmanî hediyeleri tartacak, bilecek yüzer mizancıkları, ölçücükleri ve esmâ-yı hüsnânın nihayetsiz tecellilerinin definelerini açacak, ve anlayacak binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların, tatların, renklerin adedince tarifeleri o aletlere yardımcı vermiş.”
Cenab-ı Hak o kadar çok ve büyük ihsanlar vermiş ki, saymakla bitmiyor. Mesela zâhirî beş duyu (görme, işitme, dokunma, koklama ve tad alma) yerine ayrıca bâtınî beş duyu (Şâika, sâika, hiss-i kable’l-vuku, rüya-yı sâdıka ve keşfi sahih) daha ihsan etmiş… Otuz İkinci Söz’de bu duyu ve duyguların veriliş hikmetleri ve tecelli eden isimler de anlatılıyor: “Cenab-ı Hak, celîl ulûhiyetiyle, cemîl rahmetiyle, kebîr rubûbiyetiyle, kerim re’fetiyle, azîm kudretiyle, lâtif hikmetiyle, şu küçük insanın vücudunu bu kadar havas (duygular) ve hissiyat ile, bu derece cevârih (el, ayak gibi organlar) ve cihazat (donanımlar) ile ve muhtelif âzâlar, âletler ile çeşit çeşit lâtifeler ve manevî duygular ile, donatıp tezyin etmiştir ki; tâ nevi nevi ve pek çok âletlerle, hadsiz nimet nevilerini ikram ve ihsanlarının çeşitlerini, rahmetinin tabakalarını, o insana hissettirsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem tâ binbir ilahî güzel isimlerinin hadsiz tecelli çeşitlerini; insana o âletlerle bildirsin, tarttırsın, sevdirsin. Ve o insandaki pek çok âletlerin ve cihazların her birisinin ayrı ayrı hizmeti, ubûdiyeti olduğu gibi, ayrı ayrı lezzeti, elemi, vazifesi ve mükâfatı vardır. Meselâ göz, suretlerdeki güzellikleri ve görünen varlıklar âlemde türlü türlü güzel kudret mucizelerini temâşâ eder. Vazifesi, ibret nazarıyla Yaradanına (Sanatkârına) şükrandır. Nazara mahsus lezzet ve elem malumdur, târife hâcet yok. Meselâ kulak, sadâların çeşitlerini, lâtif nağmelerini, işitme âlemindeki sesleri, Cenab-ı Hakkın rahmetinin lütuflarını hisseder. Ayrı bir ubudiyet, ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükâfat var. Mesela koku alma duygusu, kokular taifesindeki İlahî rahmetin lütuflarını hisseder. Kendine mahsus bir şükür vazifesi, bir lezzeti vardır. Elbette mükâfatı dahi vardır. Mesela dildeki tad alma duygusu, bütün taam ve yiyeceklerin zevklerini anlamakla gayet çeşitli manevî bir şükür ile vazife görür ve hâkeza… İşte böyle bütün insanî cihazlarının, kalb, akıl ve ruh gibi büyük ve mühim lütufların böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır.”
Dördüncü Şua’nın Üçüncü Mertebesinde de ilaveten deniliyor ki: “Böylece hadsiz İlahî Güzel İsimlerinin ayrı ayrı zuhurlarını o duygularla, hissiyatla ve hassasiyetle bana (her insana) bildirsin, zevk ettirsin ve bu ehemmiyetsiz görünen hakir ve fakir vücudumu, her müminin vücudu gibi, KÂİNATA bir GÜZEL TAKVİM ve RUZNÂME… Ve âlem-i ekbere muhtasar bir NÜSHA-İ ENVER… VE şu dünyaya bir MİSAL-İ MUSAĞĞAR… Ve sanat eserlerine bir MUZİCE-İ AZHAR… Ve nimetlerinin her nevine tâlip bir müşteri ve vesile… Ve Rubûbiyetinin kanunlarına ve icraat tellerine santral gibi bir mazhar… Ve hikmet ve rahmet armağanlarına ve çiçeklerine numune bahçesi gibi bir liste, bir fihriste… Ve İlahî hitaplara anlayışlı bir muhatap yaratmış olmakla beraber; en büyük bir nimet olan vücudu bu vücudumda büyütmek ve çoğaltmak için hayatı verdi. Ve o hayat ile o vücud nimetimi, şehadet âlemi kadar inbisat edebiliyor.”
Bu kadar nimetlerle bizleri donatan Cenab-ı Hak, elbette her derdimiz, her ihtiyacımız için bize yeter. O ne güzel Vekil’dir. Biz bu kadar nimetlerle bizleri perde eden Yaradanımıza dayandıktan sonra herşeyin altından kalkarız…