Safvet Senih - SAMANYOLUHABER.COM
Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Şu kainata dikkat edilse görünüyor ki, içinde iki unsur var ki, her tarafa uzanmış, kök atmış: Hayır-şer, güzel-çirkin, fayda-zarar, kemâl-noksan, ziya-zulmet, hidayet-dalâlet, nur-nar, iman-küfür, taat-isyan, korku-muhabbet gibi eserleriyle, meyveleriyle, şu kainatta zıtlar birbiri ile çarpışıyor, daima değişmeye-başkalaşmaya mazhar oluyorlar… (Niçin?) Hikmet Sahibî Ezelî Zat, ebedi inâyeti ve ezelî hikmetinin iktizasıyla, şu dünyayı, tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve Esmâ-i Hüsnâsına ayna ve Kader ve Kudret Kalemine sayfa olmak için yaratmış. Tecrübe ve imtihan ise, neşvünemâ bulup gelişmeye sebeptir. O neşvünemâ ise, istidatların inkişafına sebeptir. O inkişaf ise, kabiliyetlerin tezahürüne sebeptir. O kabiliyetlerin tezâhürü ise nisbî (izâfî) hakikatlerin zuhuruna sebeptir. Nisbî hakikatların zuhuru ise, Cenab-ı Hakkın Güzel İsimlerinin tecelli nakışlarını göstermesine ve kainatı, İlahî Mektuplar suretine çevirmesine sebeptir. İşte, şu imtihan sırrı ve teklif sırrı iledir ki, âlî (yüce-yüksek) ruhların elmas gibi cevherleri, sefil ruhların kömür gibi maddelerinden temizlenip ayrılır. İşte bu anlatılan sırlar gibi daha bilmediğimiz çok ince ve yüce hikmetler için, âlemi bu surette irade ettiğinden, şu âlemin değişmesini ve dönüşmesini de o hikmetler için irade etti. Değişme, dönüşme için zıtları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlere mezcederek, şerleri hayırlara dercederek, çirkinlikleri güzelliklerle cem ederek, hamur gibi yoğurarak, şu kainatı değişim ve dönüşüm kanununa, tahavvül ve tekâmül düsturuna tâbi kıldı.” (Yirmi Dokuzuncu Söz)
İşte bu kanunun neticesi meydana gelenleri de Muhammed Fethullah Gülen Hocaefendi şöyle taksim ve tasvir ediyor: “Kendini güzel görmek ve göstermek isterken teşhire takılıp kalanlar; hayata erken uyanmışlığı allayıp-pullayıp, yüksek fiyatla aldatma ile satmaya çalışanlar; kendisini filozof zannederek aklıyla yanılanlar; mantık ve düşünce yapıları itibariyle daha ziyade çorak yerleri hatırlattıkları halde, dâhiyane tavırlarla ‘herkesi kör ve âlemi sersem’ sananlar; güzelliği süse karıştırıp, güzelleşeyim derken gülünç duruma düşenler; zeki görünmek için şaklabanlığa sığınanlar; hiçbir işe yaramadıklarını kamufle etmek için herşeyin içinde görünmeye çalışanlar; hissizlik ve duyarsızlıklarını sabır ve tahammül gibi göstererek ulü’l-azmâne (Ulü’l-azm beş büyük peygamberin gösterdiği sabır gibi göstermelik) tavırlara girenler; fıtratlarının ibresi sürekli olarak mahkûm doğup mahkûm yaşadıklarını gösterdiği halde, arslan artığı üzerinde tilki kurnazlığı… Sarmaşıklar gibi kuvvetlilere dayanıp yükselenler, yükselip en dev-âsâ ağaçlarla boy ölçüşenler; sıkıntı ve üzüntünün zerresini dahi duyup hissetmemelerine rağmen, başkalarının yanında dert ve ızıdırap nağmeleri çekip dâvâ adamı taklidine kalkışanlar; doyma bilmeyen bir iştihâ ile, sürekli sağda solda kemirecek birşeyler aradıkları halde, kendilerini, gani (müstağni) tokgözlü, onurlu ve gururlu göstermeye çalışanlar… (…)
“Tabiî bunların yanında, düşünce ve duygularıyla gerçeğe uyanıp cennetlerde yaşayanlar; bütün benliği ile Hakka teslim olup aklını, vahyin emrine vererek düşüncede istikamete ulaşanlar; hizmet etme mevsiminde sürekli ön safları kollayanlar, ücret alma zamanında gerilerin gerisinde kalıp rüyalarında dahi kelepir düşünmeyenler; sineleri aşk ve şevkle dopdolu, gözlerinde Yakub’un hasret ve ızdırabı gönüllerinde Leyla’nın dert ve hicrânı ocaklar gibi yanıp tutuştukları halde gam ızhar etmeyenler; Kaf dağından ağır yüklerin altında inim inim inlerken dahi mükellefiyetlerini yerine getirememiş olmanın ızdırabıyla iki büklüm olanlar; makamlar, mansıplar, koşup ayaklarına kapandıkları halde, kendilerini müflis birer nefer, sefil birer hizmetçiden daha ileri görmeyenler; gayret ve çalışmalarına terrettüb eden bütün iyilikler ve güzellikler karşısında ‘Ben yaptım, ben ettim’ demeyi şirkin isi-pası sayıp bu sis ve duman içinde Allah’a varılamayacağına inananlar… Umman iken katre görünenler, güneş iken zerre urbasına bürünenler ve bütün bir varlığın kalbi mesabesinde olmalarına rağmen, kendilerini hiç ender hiç bilenler… Hâsılı, bütün hayırlarla hayırlılar, şerlerle şerliler, meleklerle şeytanlar bu devrede hep içiçe ve beraber olmuşlardır.
“Sonra da, bu KAOSLU DÖNEMİ bir yeni gün, bir yeni bahar, bir yeni devir takip etmiştir. Zannediyorum, günümüze isabet edeniyle, NEBÎLERİN VA’DİNDE, VELİLERİN YADINDA ve GÜVERCİNİN KANADINDA olan o yeni dönemin esintileri çoktan duyulmaya başladı bile…
“Ah! Herşeyi, kendi renk ve güzellikleriyle saran o mutlu gelecek, o kadar şirin! (…)
“Bu aydınlık sabahta, dört bir yana dalga dalga yayılan ışıkların, ufuktan evlerimize kadar her yanı sardığı o masmavi saatlerde gökyüzünde bir ‘nar-ı beyza’ haline gelip kıvılcımlarıyla ruhlarımızı alevler gibi saran o en aydınlık dakikalarda, sulardaki kabarcıklardan çiçeklerin yanaklarına kadar neşe ve sevinç olup yağan o en bayıltıcı saniyelerde, varlığın özüyle bütünleşmesini bilenler, her lâhza ayrı bir güzelliğe uyandıklarını duyup yaşayacak ve ebedî vuslata giden bu yolda her an ayrı bir visâlin zevkini yudumlayacaklardır.”
İnanıyoruz ki, o demler çok uzak değildir…