[Tarık Burak yazdı] "Bu genç istikbal vaat ediyor”

Samanyoluhaber yazarı Tarık Burak'ın Fethullah Gülen Hocaefendi'nin hayatını anlattığı yazı dizisi "Aşık-ı sâdık Fethullah Gülen Hocaefendi" serisinin 35'inci bölümünü yayımlıyoruz.

SHABER3.COM

"Bu genç istikbal vaat ediyor”
TARIK BURAK

“Bazen, hizmet o kadar canlı, hizmet insanları o kadar duyarlı, ifadeler o kadar sıcak, düşünceler o kadar yumuşak, hisler de o kadar coşkun bir hâl alır ki, her hizmet eri süvarisini bulmuş bir küheylan gibi, gece-gündüz demeden koşar ve çatlayacağı ana kadar da yorgunluğunu hissetmez. Çatlayınca da bunu Hak rızasının bedeli bilir..” (Düşlerdeki Türkiye, Sızıntı, Haziran 1992)


Okullar

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin çok değer verdiği okul hizmeti Bediüzzaman’ın da gaye-i hayaliydi:
"Ve Anadolu’daki ehl-i mekteb ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye vilayat-ı şarkiyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında Medreset-üz Zehra manasında, Câmi-ül Ezher üslûbunda bir dâr-ül fünun; hem mekteb, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i Nur’un hakaikına çalıştığım gibi, ona da çalışmışım."(Emirdağ Lahikası-II,139. Mektup)

Bediüzzaman çok arzu etmesine ve büyük çaba ortaya koymasına rağmen okul açma teşebbüsünde kader her seferinde önüne bir engel çıkaracak ve o da şöyle buyuracaktı:
"Şark tarafından bir nur zuhur edecek (ortaya çıkacak), bid'atlar zulümatını (dine sonradan girmiş hurafeleri) dağıtacak. Ben böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim (gözledim) ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsi çiçeklere zemin hazır etmek lazım gelir. Ve anladık ki, bu hizmetimizle o nurani zatlara zemin izhar ediyoruz (hazırlıyoruz)." (Risale-i Nur Külliyatı, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 189) 

1982 yılında Kenan Evren tarafından özel okullar meselesi gündeme getirilince Hocaefendi Türkiye’nin birçok yerinde açılmış olan dershane ve öğrenci yurtlarının koleje dönüşmesi için teşvik etti. Fakat o günün şartlarında bunu hemen anlamak ve kabullenmek hiç de kolay değildi. Onun teşvikleriyle ilk olarak İzmir’deki Bozyaka Öğrenci Yurdu, Yamanlar Koleji adıyla 10 Kasım 1982 günü 28 öğrenciyle eğitime başladı. Aynı yıl İstanbul’daki Fatih Koleji ve Bursa’daki Nilüfer Koleji açıldı. Ertesi yıl eski bakanlardan Abdülkerim Doğru’nun Ankara’da verdiği arsada Samanyolu Koleji eğitime başladı.  
 
Hizmetle Dolu Bir Ömür
Okulların açılmasında çok büyük emeği geçen cömert insanlardan biri Aydınlı Hacı Kemal Erimez’di. Babası Osmanlı döneminde Beyrut’ta jandarma komutanlığı yapmış olan zengin bir aileden geliyordu. Erimez varlıklıydı. Yedi sülalesine yetecek zeytinlikleri, elmas madeni vardı. Türkiye'nin nabzını ve siyasetini elinde tutan insanlara çok yakındı. Adnan Menderes'i karşılamak için kamyonlara insanları doldurup götürüyordu. Başbakan Demirel, Aydın'a geldiğinde doğru Hacı Kemal'in evine gidiyor, orada ağırlanıyordu. O, çevre insanının isteklerini Ankara'ya taşıyan kişiydi. 

Demirel, ona büyük ihtimalle siyasete girmeyi teklif etmişti, evinde misafir kaldığı bir gün. Veya Menderes… Bütün bunları es geçmişti Hacı Kemal. Ve kimseye de açıklamamıştı bunları. Çünkü kendisinden övgüyle söz edilmesi onu sıkıyordu. O, kendi taşralı düşüncesinden hareketle, bu millette eksik olan bir şeylerin bulunduğunu seziyor; ama adını koyamıyordu. İnsanların aydınlatılmasının yolunun eğitimden geçtiğine inanan Erimez'i ateşleyecek birilerine ihtiyaç vardı. 

Hacı Kemal'in bütün dindarlara, din adamlarına büyük sevgi ve saygısı vardı ama, Edirne'den gelen bir genç çok geniş ufukluydu.  Onda çok ama çok şey bulduğu bu genç Fethullah Gülen Hocaefendi’ydi. Ona yakınlığı, kısa zamanda bağlılık halini aldı. Hocaefendi’den daha yaşlı olmasına rağmen, onun söylediklerini emir telakki etti. Bundan sonra hayatı tamamen değişti. Son nefesine kadar sürecek bir hizmet koşusuna, bir eğitim, aydınlatma maratonuna başladı. 

O, Hocaefendi'den gelen işaretleri, hatta imaları bile emir olarak algılyor; gücü nisbetinde bunları yerine getirmeye çalışıyordu. Hocaefendi'nin eğitime karşı olan hassasiyeti Hacı Kemal'de de neşet etmişti. O kadar ki, bir hizmet için gittiği ilde misafir olduğu ev sahibinin kendi çocuğunu kucağına alıp sevmesini görünce gözyaşlarını tutamamış ve şöyle demişti: "Benim de kızım, oğullarım, torunlarım var. Ama onların hiçbirisini böyle kucağıma alıp doya doya sevemedim." Bunu söylerken dahi asıl niyeti sadece o hane sahibinin dikkatini hizmete çevirmekti. 

İzmir Yamanlar Koleji'nin açılması için Hacı Kemal Erimez büyük maddi ve manevi destekte bulunmuştu. İstanbul’da açılacak olan Fatih Koleji için ön planda çalışan kişiler yine Kemal Erimez ile İzmir esnafı oldu.

"Hocam" dediği, yanında konuşmaya bile çekindiği Fethullah Gülen Hocaefendi'nin belki laf arasında geçirdiği bir kelimeden, belki bir imadan hareketle İstanbul'a geldi. Hocaefendi işaret etmişti, artık hizmet yeri İstanbul'du. Başka yolu yoktu bu işin. Takvimler 1982'nin Mart ayını gösterirken, İstanbul'un Fatih semtinde bulunan ve daha sonraları fizik, kimya, biyoloji, matematik dallarında dünya şampiyonları çıkartacak olan Fatih Koleji'nin ilk binası kiralandı. Okulda müdürden başka ne bir idareci, ne bir memur, ne de bir hizmetli mevcuttu. Sınıfların kapıları harap, camları kırık, duvarları çok kirli ve boyasızdı. İşte Hacı Kemal Erimez böyle bir ortamda birkaç ay öncesinden kolları sıvadı. Büyük bir azim ve kararlılıkla okulu öğretim yılına yetiştirmeye çalıştı. O tarihlerde yaşı altmışa dayanmıştı. Ayrıca şekeri, prostatı ve kalbinden rahatsızlığı vardı. Hâlinden asla şikayetçi olmayan Erimez, günde üç beş saatlik uykuyla yetinerek gece gündüz demeden büyük bir heyecan, aşk ve şevkle, gerektiğinde tamirat ve tadilat işlerinde bizzat çalışarak, kesinlikle yetişmez denilen okulu öğretim yılına yetiştirmeye çalıştı. Özel Fatih Erkek Koleji'nin harcına onun alınteri ve gözyaşı karıştı.

Binanın tadilatında para yetmeyince Kemal Erimez, Aydın’daki tarihi evini, incir ve portakal bahçelerini, dükkânlarını sattı. Yine paraya ihtiyaç olunca, bu sefer İstanbul’da iş adamlarının kapısını çaldı.

Mesela, koleje izin çıkması için laboratuvarın kurulması gerekiyordu. O sırada Ankara’da Devlet Planlama Teşkilatı’nda çalışan Naci Tosun ile birlikte Çolakoğlu Metalurji’nin sahibi Mehmet Çolakoğlu’ndan randevu aldılar. Randevuya geldiklerinde onları Mehmet Çolakoğlu yerine oğlu Ali Nuri Çolakoğlu karşıladı. Konu anlatılır anlatılmaz Çolakoğlu, pek ilgilenmek istemedi ve “İtalyanlarla randevum var. Sizinle görüşemem” dedi. Onlar üzüntüyle odadan çıktılar. 

Ancak ilginç bir rastlantıyla o gün İtalyanlar gelmedi. Nuri Çolakoğlu’nun da içinde, Erimez ve Tosun’u bu şekilde ilgi göstermeden geri göndermenin sıkıntısı vardı. Hemen asistanını arkalarından gönderip onları geri çağırdı. Erimez ve Tosun o gün Çolakoğlu’nu Fatih’teki okulun binasına getirdiler. Okulun modern görünümü karşısında şaşıran Çolakoğlu, daha okuldayken şirketinin yöneticilerini arayıp kolejin laboratuvarını kurmaları için talimat verdi. 

Bir başka gün Erimez, iş adamı Sabri Ülker’i okula getirdi. Ülker, o sırada okul müdürünü yerleri paspas ederken görünce gözyaşlarını tutamadı ve Erimez’e “Gel, okul için istediğin paranın beş katını al” dedi.

Hocaefendi, Sabri Ülker için” Türkiye’nin Maliye Bakanlığı çok rahatlıkla ona teslim edilebilir” diyordu. Sabri Ülker de Hocaefendi’den etkilenmişti. Onu dinlediği zaman, “Konuşmaları içime zeytinyağı gibi akıyor” diyordu.

Ve büyük gayretleri neticesinde yapılan okulun açılışında gözyaşını tutamayan Hacı Kemal, öğrenciler İstiklal Marşı'nı okurken hıçkırıklara boğuluyordu. O dönem okul müdürlüğü yapan Uğur Öztaş, okulun çok kısa sürede yapılıp öğretime açılmasını akıl almaz bir iş olarak yorumluyor. Öztaş, Hacı Kemal Ağabey'in kendisine: "Aman hocam, bu çocuklar yarının idarecileri olacaklar. Ülkemize ve insanımıza hizmet edecekler. Çocuklarımıza gözünüz gibi bakın. Onları çok iyi yetiştirmeye gayret edin" dediğini belirtiyor.
Hacı Kemal Erimez’in eğitim hizmeti için ne kadar maddi fedakarlıkta bulunduğunun ölçüsünü kimse tahmin edemiyor. 

Hocaefendi bu hizmet insanını şöyle anlatıyor:
“Azerbaycan'da, Kazakistan'da, Özbekistan'da tesiri vardır, her yere gitti. Her yerde yaptığı şeyler kendisi için bir göz ağrısı oldu, ara sıra gidip onları gezme lüzumunu duydu. Fakat son senelerde, vefatından evvel, üç-dört sene büyük ölçüde himmetini kavganın, gürültünün bulunduğu, okulların basıldığı, insanların öldürüldüğü, şahsi hayatın pek güvenli olmadığı Tacikistan'a hasretti. O insanları, bakanları dahi Türkiye'ye getirdi, gezdirdi, görüştürdü. Kendi bir verdi, başkalarına da verdirdi. Orada 4-5 tane okul açtı. 2-3 milyonluk bir ülkede 4-5 tane okul, oraya Türk kültürünün götürülmesi, bizim tanıtılmamız, öyle lobiyle olacak şeyler değildi. Ülkemizin tanıtılması mevzuunda bile gelecekte devleti idare edecek bahtiyarlar, Hacı Kemal'in yaptığı hizmetler karşısında zannediyorum ona Nobel ödülleri takdim edeceklerdir. Dünyanın belli bir kesiminde, hususiyle Asya'da Türkiye'nin tanıtılması mevzuunda, şimdiye kadar ne bir bakan, ne bir hariciyeci, ne bir harici misyon, onun kadar önemli, onun kadar engin, onun kadar derin, onun kadar kalıcı hizmet vermemiştir. Bunu geleceğin bahtiyar tarihçileri yazacaklardır. Adeta bir okul hastası haline gelmişti.
Hanımı öldüğü zaman, burada değildi. Kızı vefat ettiğinde de dıştan geldi, zor yetişti. Bu ıstıraplar da onu çökertmişti. Evvela annesi, sonra hanımı, sonra kızı, üst üste aileden üç insan vefat etmişti ama o ince, o şefkatli insan ayakta dimdik duruyordu. Yıkılmamıştı, yerindeydi. Fakat hayrettir, deli gibiydi, "ille okul" diyordu, Asya'ya gidiyordu. Çok az ve zor tutabiliyordum onu. İşte bir hafta evinde kal, falan dedim... Hastalanıp, hastaneye kaldırılması o benim zorlamamla kaldığı süreye rastlıyor. O sırada ciddi bir kalp krizi geldi. Enfarktüs geçirdi. Hastaneye kaldırdılar koma oldu. Ama olmasaydı o, öyle yarım koma yine gidecekti. Tacikistan'da ölecekti. Zannediyorum, orada gömülmesini isteyecekti. Çünkü bizim atalarımız gittikleri yerden geriye dönmemişler. Her birisi, bir tapu gibi vefat etmiş, oralarda mezar taşlarıyla kalmışlar.”

Sıkıntılı Yıllar
İhtilal şartlarında aranmak Hocaefendi, Victor Hugo’nun Sefiller romanındaki “Jean Valjean” gibi aranıyordu. Kendisini Sefiller romanındaki Jean Valjean’la özdeşleştirmesi boşuna değildi: “1980 sonrası bir tecrit dönemidir. Beş, altı senesi çok şiddetli olmuştur. Bazen bir yerde bir saat kalma imkânını bile elde edemedim. Hep dolaştım durdum. Emin bir şekilde içinde oturup dua edecek bir ev bile bulamıyorduk.”

Hocaefendi çok vefalı bir insandı. 1982 yılında bütün sıkıntılara rağmen, kalp rahatsızlığından ötürü Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde yatan Hüseyin Top Hoca’yı ziyaret etmek için hastaneye gitti. Gece yarısı, o zor vaziyette odasına kadar giderek 'geçmiş olsun' dileklerinde bulundu. Hüseyin Hoca, “Bunu tabii ben sonradan öğrendim. Hocaefendi'nin bize çok hakkı geçti, kıymetini bilemedik zamanında. Ona bir şey yapamadık. O bize fazlasıyla iltifatta bulundu.” diyerek anlatacaktı. 

1983’te Hala Sıkıyönetim
Hocaefendi’yi yakalamak için onun olabileceği adreslere sürekli baskın yapan sıkıyönetim yetkilileri, 12 Şubat 1983 günü Hocaefendi’nin annesi Refia Hanım’ın İzmir’de kaldığı eve de baskın yaptılar. Aslında Hocaefendi o saatte annesinin yanında olacaktı. Ama giydiği yün çorabının delik olduğunu fark edince, yarım saat kadar çorabını dikmişti. Böylece baskından on dakika sonra evin önüne ulaştı. Baskını anlayınca, içeri girmeyip geri döndü. 
Hocaefendi’yi baskınla yakalayamayınca onu yıldırmak için kardeşleri Salih ve Mesih Gülen’le birlikte onlarca kişiyi 2 Mart 1983 günü gözaltına aldılar. Hocaefendi’nin kardeşlerine bir aya yakın bir süre işkence ettikten sonra serbest bıraktılar. 

1983 yılında Hocaefendi’nin uğradığı büyük baskınlardan birisi de İstanbul Altunizade’de kaldığı yere yapılan baskındı. Ekip ta İzmir’den gelmişti. Üç gün boyunca Hocaefendi’nin kaldığı mekânın karşısındaki hastanenin balkonundan Hocaefendi’yi izlemişlerdi. Ama ne hikmetse baskın yaptıklarında Hocaefendi’yi bir türlü bulamadılar. “Ya buradan göğe çıktı, ya da yerin altına girdi” diyorlardı. Hocaefendi, iki duvar arasında dizleri karnına dayalı vaziyette tam dört saat oturdu. O dört saatin vücudunda yol açtığı ağrıları uzun süre atamadı, hatta bu ayağına yansıdı ve sekerek yürümesine neden oldu.  

Hocaefendi bu bitip tükenmek bilmeyen takipler nedeniyle sürekli yer değiştiriyordu. Hocaefendi, bütün bu sıkıntılara rağmen Hizmetlerinden geri kalmıyordu. Özellikle okulların açılması için olağanüstü bir çaba sarf ediyordu. 

Türkiye’de cadı avının yapıldığı bu yıllarda, 6 Kasım 1983’te seçimler yapılırken aynı zamanda 15 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kuruluyordu. 

Seçimler  (6 Kasım 1983) 
12 Eylül sonrası ilk sivil seçim yapıldı. Seçimlere MGK'nın onayladığı Turgut Özal önderliğinde ANAP, Necdet Calp'in Halkçı Parti'si ve generallerin desteklediği Turgut Sunalp'in Milliyetçi Demokrasi Partisi katıldı. İhtilalden sonra başbakan yardımcısı olarak görev alan Özal, tam zamanında istifa ederek, partisini kurup 1983’te seçimlere girmişti. Biraz daha görevde kalsa, ihtilal yönetimiyle iyice özdeşleşeceğinden belki de seçimlerde bu başarıyı sergileme şansı olmayacaktı. 

1983 yılı Kasım ayında yapılan milletvekili seçimlerinin sonuçlarını Hocaefendi de merakla bekliyordu. Hocaefendi o akşam İzmir’deydi. Geceyarısı saat 24:00’e doğru Özal’ın oyların yüzde 46’sını aldığı hemen hemen ortaya çıkmıştı. Bu sürpriz bir sonuçtu. Hocaefendi, bu seçim sonuçlarını Atillâ İlhan’ın şu sözüyle değerlendirdi: “Tanzimat’tan beri aydınlar gelmiş bütün işleri bozmuş, Türk halkı gelmiş bu bozulan işleri düzeltmiştir!”   
Seçimde ANAP birinci, HP ikinci ve MDP üçüncü oldu.
Böylece 13 Aralık 1983’te Turgut Özal başkanlığında ANAP hükümeti kuruldu. Özal, başbakan olunca bir Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e Hocaefendi için şöyle diyecekti: “Ben kendisini çoktandır tanırım. Hakkında söylenen şeylerin hiçbiri varid değildir.”

Hocaefendi’ye göre, Turgut Özal partisinde dört eğilimden çok daha fazlasını bir araya getirmişti. Ve en önemlisi Özal, askeri yönetimden yeni çıkmış Türkiye’nin, yeni bir kazaya uğramadan yola devam etmesini sağlamıştı. Hocaefendi, “Ne bir imam hatip kapandı, ne bir ilahiyat fakültesi ne de bir Kur’an kursu. Aksine hepsi açılmaya devam etti” diyordu.  

Hulusi Yahyagil Ağabey ve Hocaefendi
Hocaefendi bir sohbetinde Hulusi ağabeyle alakalı bir hatırasını şöyle anlatıyor: “Hulusi abinin oğlu vefat etmişti. Biz taziye için orda (Elazığ’da) bulunuyorduk (1983). Bize güzel şeyler anlattı.” 
Bediüzzaman’ın talebelerinden Salih Özcan Bey’in anlattığına göre Hulusi Ağabey Hocaefendi’yi görünce onu oradakilere göstererek şöyle demişti: "Bu gence dikkat edin, ilerde istikbal vaat ediyor” Ayrıca bu ziyaret esnasında Hulusi ağabey Üstadın İktisat risalesinde bahsettiği kerametli baldan bir kaşık alıp Hocaefendi’ye bizzat kendisi vermişti. Hocaefendi bunu şöyle anlatıyor: “Albay Hulusi Bey'e uğradım 83’de. Yani Üstad vefat ettikten tam 23 sene sonra. Hulusi Abi merhum yine bana bir yemek kaşığı bal verdi, o baldan. Bitmemiş daha” 

Bediüzzaman’ın Van’daki Hayali…
Fethullah Gülen Hocaefendi, İzmir, İstanbul ve Ankara’daki kolejlerin açılmasının hemen ertesinde, Güneydoğu’da bir kolejin açılması için girişimlerde bulundu. 1984 yılında Van’da bu okulun açılması için ilk teşebbüste bulunan kişiler Hocaefendi’nin İzmir’den esnaf arkadaşlarıydı. Hatta Hocaefendi, Van’da açılacak kolejin arsa tapusunda sıkıntılar çıktığını öğrenince, “Gerekirse ben Van’a gidip bu işi halledeyim” diyecek kadar bu okulun açılmasına ilgi gösteriyordu. Zira, Van’da böyle bir okulun açılması aynı zamanda Üstad Bediüzzaman’ın büyük hayaliydi. Bediüzzaman, Cumhuriyetten önce tam üç kez, sonrasında ise Millet Meclisi’nde bir kez çok ciddi olarak bu okul işi üzerinde durmuştu. Ama kader her seferinde önüne bir engel çıkarmıştı. Böylece kendisinde bu okul hizmetinin sonraki zamana bırakıldığı yönünde bir kanaat oluşmuştu.  
Hocaefendi’nin Van’daki bu okulun açılması için gösterdiği heyecandan oldukça etkilenen İzmirli iki esnaf, o gün Van’a gidip tapu problemini halledip ertesi sabah, İzmir’e döndüler. O gün Van’a giden iki kişiden biri, Hocaefendi’nin tavsiyeleri doğrultusunda hayatını bu hizmetlere adamış olan Yusuf Pekmezci’ydi.  Pekmezci, tapu problemini hallettikten sonra sabaha karşı İzmir’e ulaşıp haberi verdiğinde sabah namazını yeni kılmış olan Hocaefendi’nin yüzüne yansıyan sevinci hayatı boyunca unutamayacaktı. 
Ve 1984 yılında Van’daki “Serhat Koleji”nin temeli atıldı. 

Yüzyılın Kurtarma Operasyonu (1985)
Bu dönemde İran-Irak savaşı devam ediyordu. Saddam Hüseyin 18 Mart 1985’te, bir gün sonra İran’a hava saldırısı başlatacağını ve sivil yolcu uçaklarını da vuracağını açıklıyordu. Bunun üzerine Batılı havayolu şirketleri, İran’ın başkenti Tahran’dan artık uçuş yapmıyor ve Japonların biletlerini iptal ediyordu. Japon havayolları bile “Tahran tehlikeli, oraya inemeyiz” diyordu. Böylece 215 Japon, âdeta İran’da rehin kalmıştı. Bir Japon firmasının Tahran’daki yetkilisi, eskiden tanıdığı Başbakan Turgut Özal’ı arayarak yardım istedi. Özal, bu yardım sesine olumlu cevap verdi ve “Uçak gönderip sizi aldıracağım” dedi. Türk Hava Yolları’nın (THY) bir uçak hazırlaması ve gönüllü bir pilotun görevlendirilmesi talimatını veren Başbakan Özal, bir yandan da Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’e mesaj göndererek, insani amaçlı yapılacak bu uçuş sırasında İran’a füze atmaması ricasında bulundu. Aralarında bazı hamile kadınların da bulunduğu Japon yolcular, 19 Mart 1985’te saldırıdan sadece birkaç saat önce Tahran’a gelen THY uçağına binerken korku içindeydiler. Nitekim uçak havadayken, Tahran’a bombaların düştüğünü gördüler. Türk uçağı âdeta bombaların arasından kalkmıştı. Ancak uçak Türk hava sahasına girince Japonların korkusu sona ermişti.
Bu olayın hemen ardından Japon Parlamentosu toplantı halindeyken, Başbakan Turgut Özal’a telefon açtılar. Özal’ın o gün Japon başbakanıyla yaptığı konuşmayı Japon milletvekilleri de dinliyordu. Japonya başbakanı, “Sayın başbakan bizim havayollarımız bile böyle bir riski almazken siz bunu neden yaptınız? Şu anda Japon Meclisi sizi dinliyor” deyince Özal’ın cevabı şöyle oldu: “Bu olay çok büyütülecek bir şey değil. Biz Japonları severiz, bunun için yaptık.”
O anda Japon Meclisi’nden kuvvetli bir alkış sesi yükseldi. O sıralarda Türkiye’ye 27 milyon dolar kredi vermeyi planlayan Japonya, bu krediyi 250 milyon dolara çıkardı ve Japonların bu kredisiyle Türkiye’de bazı otoyol projeleri hayata geçirildi.

Hocaefendi’nin Müzakereli Derslere Başlaması (1985)
12 Eylül’den sonraki süreçte Hocaefendi hiç vaaz vermedi. Ancak 1985 yılı Ekim ayından itibaren yanına aldığı belirli sayıdaki ilahiyat öğrencisine klasik İslam eserlerini okuttu. Hocaefendi, 1985’te Ankara’da on öğrenciyle başladığı bu dersleri İstanbul ve İzmir’de sürdürdü. O tarihten beri onlarca ilahiyatçı, İslam geleneğinin baş klasikleri kabul edilen ve yüzlerce ciltten oluşan bu kitapları Hocaefendi ile birlikte, “müzakere” denilen bir sistemle okudu. Örneğin Hocaefendi, 46.000 hadis içeren 16 ciltlik bir kitabın on cildini bir ayda okutuyordu. 
Bu arada, 14 Kasım 1985’te eski partisi CHP ile arası açılan siyasi yasaklı Bülent Ecevit, solda yeni bir parti kurma yoluna gitti ve Demokratik Sol Parti (DSP)’yi kurdu. Başkanlığa Rahşan Ecevit getirildi.
 
Turgut Özal’ın Serhat Koleji’ne İlgisi
1985 yılında Van’daki “Serhat Koleji”nin inşaatı devam ediyordu. Dönemin başbakanı Turgut Özal, 1985 yılı Kasım ayında Van ve Bitlis’i kapsayan gezisi sırasında 18 Kasım 1985 günü, Van-Edremit karayolu üzerinde bulunan bu okul inşaatının önüne geldiğinde içinde bulunduğu otobüsü durdurup inşaatı dikkatlice inceledi. Okulun yapılmasını birkaç iş adamından aldığı maddi destekle İstanbul’dan koordine eden Hacı Kemal Erimez, o gün Başbakan Özal’ın Van’da halka hitap edeceğini öğrenmiş ve Van’da miting alanında Özal’ın içinde bulunduğu miting otobüsüne kadar gidip onu okulun inşaatını görmeye davet etmişti. 
Serhat Koleji beş yıl sonra 1990’da eğitime başladı. Van’daki Serhat Koleji projesinin Edirne’deki Serhat Koleji’nden tam 12 yıl önce başlaması anlamlıydı. Zira, Güneydoğu’dan tehlike sinyalleri çok güçlü olarak gelmeye başlamıştı. 
Ve ne yazık ki bu okulların gasp edildiği bugün bu tehlike çanları kulakları patlatırcasına çalıyor…  


Devam Edecek…
<< Önceki Haber [Tarık Burak yazdı] "Bu genç istikbal vaat ediyor” Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER