[Tarık Burak yazdı] Yıkıma karşı imar ve ıslah hamlelerini sürdüren bir garip

Samanyoluhaber yazarı Tarık Burak'ın Hocaefendi'nin hayatını anlattığı yazı dizisi "Aşık-ı sâdık Fethullah Gülen Hocaefendi" serisinin 31'inci bölümünü yayımlıyoruz.

SHABER3.COM

Yıkıma karşı imar ve ıslah hamlelerini sürdüren bir garip 
TARIK BURAK

"Bu din, kendisini bilmeyen, hâl ve dilinden anlamayan insanlar arasında neş'et etti. Bir gün gelecek, ilk ortaya çıktığı anki garipliğine tekrar dönecek ve bir kere daha gurbet yaşayacak. Müjdeler olsun gariplere!.. Onlar, bozguncuların yakıp yıktıklarını yapıp ıslah etmekle uğraşan kimselerdir." (Müslim, İman, 232)


KAOSA SÜRÜKLENEN TÜRKİYE VE HOCAEFENDİ'NİN GAYRETLERİ (1977)

1 Mayıs 1977 tarihinde Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun (DİSK) İstanbul Taksim Meydanı'nda düzenlediği 1 Mayıs İşçi Bayramı Mitingi’nin bitimine doğru topluluğa ateş açıldı; 34 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. 

Bu vahşet sadece bununla kalmadı ve sonrasında Türkiye'deki faili meçhul katliamların pimi çekilmiş oldu. 

Toplumu kaosa sürükleyen bu anarşiliğin yanında bir de değişik kesimlerde kendisini göstermeye başlayan boykotlar, baskılar, toplumu korkuyla sindirme çabaları gün geçtikçe daha da artıyordu. Müspet hareketi kendine şiar edinmiş Fethullah Gülen Hocaefendi’ye bu dönemde çok iş düşüyordu. 

HOCAEFENDİ'NİN BOYKOTU KINAMASI

1977’de Yüksek İslam enstitüsü boykotu yurt çapına yayılmıştı. Boykotçular, “Yüksek İslam enstitüleri, akademi olsun” talebinde bulunuyordu. 

Kimi iddialara göre ise, seçim atmosferine girmiş Türkiye’de bazı partilerin köylere kadar gidip oy isteyecek insanlara ihtiyacı vardı ve enstitü öğrencileri böyle bir iş için bulunmaz fırsattı. Dolayısıyla boykotun gerçek sebeplerinden biri de buydu. Böylece öğrenciler köylere seçim çalışmasına gidebilecekti. 

Bir diğer teoriye göre boykotlar aslında bu enstitüleri kapattırmaya yönelik bir komploydu. Çünkü Türkiye çapında sayıları on kadar olan enstitülerin bir sene boykot edilmesi demek, bir sene mezun verememesi demekti. Boykot hem enstitülerin kapatılmasına zemin hazırlayacaktı hem de vaiz ve din dersi öğretmeni ihtiyacı olan toplum için önemli bir kayıp olacaktı. 

Hocaefendi, vaazlarında boykotların doğru olmadığını belirterek öğrencilere, “Sınıfınıza girip derslerinizi yapın.” çağrısında bulundu. Böylece boykot, Hocaefendi’nin İzmir’de güçlü bir şekilde verdiği “İslam’da boykot yoktur” mesajıyla kırıldı. 

Sebebi her ne olursa olsun Türkiye çapına yayılmış olan bu boykot, İzmir İslam Enstitüsü’nde sona erdirilirken, o gün enstitünün çevresini saran sivil halk da boykotu kırıp derslerine girmek isteyen öğrencilere yardımcı oldu. 

Hocaefendi de o gün, okulun yanındaki tepeye kadar gelerek boykotun kırılmasına kişisel olarak destek verdi. Boykotçular, derslere girmek isteyen arkadaşlarına, bir İslam enstitüsü öğrencisine yakışmayacak düzeyde hakaretler ederken, derslerine girmek isteyen öğrenciler seslerini çıkarmadı. 

Hocaefendi’nin “Sizi öldürseler bile, tokatla dahi karşılık vermeyin” tavsiyesine uyan bu öğrenciler için önemli olan okulun açılmasıydı. 

Hatta o gün üç boykotçu öğrenci Hocaefendi’nin yanına kadar gelerek tepkilerini gösterdiler. Öğrencilerden biri, “Senelerce sizi dinledim. Sizden böyle bir hareket beklemezdim” dedi. O sırada İsmail Büyükçelebi oradaydı ve onun uyarısıyla öğrenciler uzaklaştılar.

1977’deki bu boykot, 1969’dan itibaren yaşanan üç dört boykot girişiminin belki de en güçlüsüydü. Hocaefendi’ye göre, sokakta yürüyüş yapmak, slogan atmak, boykot yapmak Türkiye’nin hiçbir sorununa çözüm getirmeyecek ve dindar insanların günlük hayatlarına herhangi bir kolaylık sağlamayacaktı. 

Üstelik, Türkiye çapında İslam enstitüleri boykotu sürdüğü sırada Türkiye Büyük Millet Meclis’i tatildeydi. O şartlarda ülkenin çok daha acil konularını bile görüşüp karara bağlamakta güçlük çeken Meclis’in İslam enstitülerini akademiye dönüştürecek kanunu çıkarması çok zordu.

Sonraki yıllarda bu okullar, akademilerden çok daha iyi bir statüye sahip olan ilahiyat fakültelerine dönüştüler. Boykotçular başarılı olsaydı, bu sonucun elde edilmesi mümkün değildi.

Hocaefendi, güçlü mesajlarıyla camideki insanların dışarıda slogan atmakta olan sol gruplarla çatışmasını engellediği gibi İslam enstitüsü öğrencilerinin boykotçular ve boykot karşıtları olarak kavgaya tutuşmasını da önledi. 

Fethullah Gülen Hocaefendi, o günlerde tehditle esnafı kepenk kapatmaya zorlayan örgütlere karşı ise bambaşka bir tavır sergiliyordu. 

Vaazlarında esnafa, “Bir avuç çapulcuya teslim olamazsınız. Gidin, dükkânlarınızı açın. Gelip öldürürlerse şehit olursunuz.” diyordu. Çünkü bu olayda, silahlı grupların toplum üzerinde zorla baskı kurması söz konusuydu. Esnafın korkuyla teslim alınması demek, Türkiye’nin teröre teslim olması demekti.
 
Hocaefendi’ye göre Türk insanı, içte anarşi ve huzursuzluk çıkaran mütecavizlerin karşısına “tunçtan bir abide gibi” dikilmeli ve ölümü pahasına da olsa her türlü tecavüze set çekmeye çalışmalıydı. 

Çünkü canavarlaşmış ve insanlık sıfatını başka yerlerde bırakmış insanlara en küçük bir taviz vermek, yarın ardı arkası gelmeyen taleplere kapı açmak olacaktı. 

Mesela, anarşistler, “Bugün dükkânlar kapanacak, kepenkler çekilecek” diye ültimatom göndermişlerse, esnaf o gün bir başka mazeretinden dolayı dükkânını kapatacak dahi olsa, her türlü mazereti bir tarafa atacak ve gidip dükkânında oturacaktı. 

Diğer taraftan, bir anarşist elinde silah kapısına dikilse ve anarşi hesabına ondan “bir arpa tanesi” dahi istese, vermemek için diretecek, canını verecek, fakat o arpa tanesini vermeyecekti. Çünkü canavarın ilk talebi yerine getirildiğinde, aynı şahıs bir başka zaman yine kapısını çalacak ve onu ömür boyu utancından yere baktıracak taleplerde bulunacaktı. 

İşte o zaman, kapısı bir hain tarafından ilk çalındığında ne pahasına olursa olsun diretip ölümü tercih etmediğine bin pişman olacaktı. 


HOCAFENDİ'NİN İSTANBUL VAAZLARI…

Hocaefendi, ülkedeki buhranı aşmak ve gaye-i hayali olan dine Hizmet etmek için büyük çaba sarf ediyordu. Bunun için yollardaydı ve İstanbul’daki ikinci vaazını, 26 Ağustos 1977 tarihinde Eminönü’ndeki Yeni Camii’nde verdi. Vaazın konusu: “Müslüman’ın öncelikle kendi benliğine çekidüzen vermesi”ydi.


Üçüncü vaazı 9 Eylül 1977’de Sultanahmet Camii’ndeydi. O gün dönemin başbakanı Süleyman Demirel ve Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil de camideydi.

Hocaefendi, İstanbul’a Sultanahmet Camii vaazına gelirken, İzmir’de “Eşrefpaşalılar” olarak bilinen bir grup arkadaşı da İstanbul’a geldi.
 
Hocaefendi’yi tanıyan ve ondan etkilenen Özcan Hasyiğit ve arkadaşlarının, 9 Eylül 1977’de İstanbul’da Sultanahmet Camii’nde olmalarının sebebi, kendi yöntemleriyle Hocaefendi’yi korumaktı. 

Bu karışık dönemde Hocaefendi’ye bir zarar gelmemesi için onu korumayı kendilerine vazife olarak görmüşlerdi. Özcan Hasyiğit ve Münir Kumlar, vaazlar sırasında dışarıda caminin etrafında dolaşıyor, arabaları kontrol ediyorlardı. 

Hocaefendi, “Korunmaya ihtiyacım yok.” dese de onlar bundan vazgeçmedi. Sabri Travaş ismindeki arkadaşları da vaazlar öncesinde kürsüyü, kürsüdeki minderi kontrol ediyor ve hemen kürsünün altında oturarak muhtemel bir olaya karşı Hocaefendi’ye en yakın noktada duruyordu.

Hocaefendi’yi korumak için tedbir geliştirenlerden biri de 75 yaşlarında olan ak saçlı Halim Baba’ydı. Evini ve fırınını Akyazılı Vakfı’na bağışlayan Halim Baba, Hocaefendi, ne zaman bir yere gitse, arabanın ön koltuğuna geçip oturuyordu. 

Oysa Hocaefendi de otomobilde hep ön koltuğu tercih ediyordu. 

Hocaefendi, ne zaman ön koltuğa geçmeye niyetlense, Halim Baba’yı, orada otururken buluyordu. Bir gün dayanamayıp, “Bu öne oturma merakı da neden?” diye sordu. 

Halim Baba’nın cevabı şöyle oldu: “Hocam, kötü niyetli insanlar var, sana zarar vermelerinden korkuyorum, şu sakalımla, kılık kıyafetimle öne oturuyorum ki beni Hoca zannetsinler de vuracaklarsa beni vursunlar.”

Bu dönemde, 1977 yılının Haziran ayında Hocaefendi’nin çok sevdiği iki isim, Turgut Özal ve Yaşar Tunagür, Milli Selamet Partisi’nden (MSP) İzmir milletvekili adayı oldu. 

5 Haziran 1977’de milletvekili seçimleri yapılacaktı. Özal liste birincisi, Tunagür ikinci sıradaydı. Özal, bürokrasinin tepesinden geliyordu, yıllardır siyasetçilerle çalışıyordu. O yüzden siyasete girmesi doğaldı. Ama Hocaefendi, Tunagür’ün siyasete girmesini istemiyordu.

Seçimlerde MSP İzmir’den 21 bin oy toplayabildi ve ikisi de seçilemedi. Hocaefendi belki de Tunagür ve Özal hatırına hayatında ilk defa o gün oy kullandı. Ne var ki MSP teşkilatı Yaşar Tunagür ve Turgut Özal’ın seçilmesi için çalışmamıştı. 

Çünkü ikisi de partinin tabanından gelmiyordu. Nitekim daha sonra 14 Ekim 1979 günü yapılan seçimlerde MSP İzmir’den 35 bin oy alacaktı. 

“1981 YILINDA NE OLACAK?”

1977 yılında Hocaefendi’ye “1981 yılında ne olacak?” sorusu soruluyordu. Zira, 1981 yılında dünya tarihini bile değiştirecek büyük bir olayın meydana geleceği söyleniyordu. 

Hocaefendi ise keramet beklentisi içinde olanları Türkiye’nin gerçekleriyle yüzleşmeye davet ediyordu. 1981’in mucizesini bekleyenlere şu cevabı veriyordu: “1981 yılında 81 öğrenci yurdu olacak!” Ona göre en önemli olay, “Altın Nesil” adını verdiği kuşağın yetişmesi için gençlere sahip çıkılmasıydı. 

1977-78 yıllarına gelindiğinde Akyazılı Vakfı’nın Türkiye çapında inşaatını yürüttüğü yurt sayısı 80’i aşmıştı. Türk halkı, yıllar sonra dünyanın dört bucağına yayılacak okullar zincirini kuran bu türden vakıflara bağış yapmakta gerçekten de çok büyük fedakârlıklarda bulundu. 

Adeta cömertlikte sınır tanımadı. 

Hocaefendi, İzmir’de yanında yetişen öğrencilerle ve vaazlarını dinleyen Ege esnafıyla birlikte Anadolu’nun içindeki hayır yapma dinamiğini harekete geçirdi. 

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin düşünce tarzının toplumda nasıl bir dönüşüme yol açtığının çok çarpıcı bir örneği 1978 İstanbul’da yaşanan şu hadiseydi:

İşadamı Ali Katırcıoğlu (Kervancı) o yıllarda İstanbul’da muhteşem Boğaz manzarasına sahip Büyük Çamlıca Tepesi’nin bitişiğindeki arsasında bir cami ve altında da cenazelerin yıkanıp kefenleneceği bir yer yaptırmak istiyordu. 

Ancak, Hocaefendi’nin talebelerinden İsmail Büyükçelebi, Ali Kervancı’ya  şu sözlerle cenaze yıkama yeri yerine öğrenci yurdu yapmasını teklif etti: “Ağabey bu kadar vatan evladı yurtsuz, yuvasız okuma kavgası verirken, milletin ölüsüyle uğraşmak doğru mudur? Cenaze her yerde yıkanır, fakat öğrenci her yerde okuyup barınamaz!”

Ali Katırcıoğlu (Kervancı) hikâyenin gerisini şöyle anlatıyor: "O anda cevap veremedim. Hocaefendi’yi ve arkadaşlarını tanıyorum, Hizmet'i tanıyor ve beğeniyorum ama şöyle bir tereddüdüm oldu. Daha önce başka bir yerde arkadaşlar imam hatibi uygun görmedikleri için ‘acaba burada da öyle yanlış bir şey olur mu? diye düşüneyim' dedim. Benim bu konuda tereddütte olduğum bir gece, çok enteresandır, rüyamda, bir ses işittim. Sesi şu an bile çok net hatırlıyorum Bu, bana bir ikazdı. Ondan sonra caminin altını kurs yapmaya karar verdik. Daha sonra camiyi 1986 yılında, Hocaefendi hizmete açtı. İlk seneki talebeler çok gayretliydiler. Onların o aşk ve şevki, bizim yurdu genişleterek yanındaki yurt binasını yapmamıza vesile oldu."

Ali Katırcıoğlu’nun yaptırdığı ve “Büyük Çamlıca Yurdu” adını alan bu mekânda günümüze kadar yüzlerce öğrenci barındı. 

Yine Katırcıoğlu tarafından bu caminin bitişiğinde yaptırılan bir diğer büyük tesiste İslami bilimler alanında araştırmalar ve yayınlar yapan birkaç kuruluş faaliyet gösterdi. Fakat, bu süreçle birlikte bugün hepsine el konuldu. Bu ilim yuvaları diğerleri gibi tarumar edildi. 

HOCA İMAJI VE HASSAS YAKLAŞIM

Hocaefendi, yaşantısıyla gerçek hoca modelini ortaya koyarken, topluma da önemli bir uyarı yapıyordu: “Hocalar yaptıkları iş itibariyle peygamberlerin vârisleri olduklarına göre onlarla alay etmek büyük günahtır!” Çünkü ona göre, toplumdaki bu hoca imajının düzelmesi için hocalara da büyük bir görev düşüyordu. Hocalar görevlerini yaparken mümkün olduğu kadar mütevazi yaşamalı ve toplumdan bir şey istememeliydiler. 

Mademki hocalık peygamber mesleğiydi, o halde hocalar peygamberlerin vârisleri olarak din adına topluma bir hizmet sunarken kesinlikle bir karşılık beklentisi içine girmemeliydi. Çünkü peygamberlik mesleğinde ücrete talip olmak söz konusu değildi. Hocalara toplum nezdinde şahsiyet kazandıracak bu olgu için Hocaefendi, “müstağni yaşamak” diyordu. 

Müstağni yaşamak ya da bir başka ifadeyle istiğna duygusu, deyim yerindeyse derviş gibi, gerekirse “bir hırka, bir lokma” gibi bir hayat tarzını öngörüyordu. Bu, hocaları dini dünyaya alet etme töhmetinden de kurtaracak şeydi. 

Hocaefendi, en başta kendisi bu ilkeye uygun olarak yaşama çabası içindeydi. Cami penceresinde yaşıyor, riyazat yapıyor, az yiyor, az içiyor, talabenin, vakfın, yurdun imkanlarından kesinlikle yararlanmıyordu. 

Kılı kırk yararcasına çok dikkatli yaşıyordu. En küçük bir şüphe dahi gördüğü sahalara asla yaklaşmıyordu.  

1978 yılında Ramazan-ı Şerif, yaz aylarına denk gelmişti. Hocaefendi, İzmit’te inşa edilecek yurdun temel atma merasimine davetliydi. 

Merasime katılan Hocaefendi, oraya gelenlerle uzun bir sohbetten sonra Bursa’ya geçti. İftar vakti gelince yemek yemeyeceğini söyledi. 

Çünkü iftardan sonra vaaz verecekti ve vaazlarından önce yemek yemiyordu. Yıllardan beri, örneğin cuma günleri camide vaaz verecekse o günün sabahından itibaren bir şey yemiyordu. Sadece bir gün öncesinin akşamı çok hafif bir şeyler alıyordu.

O gün Bursa’da uzun bir vaaz veren Hocaefendi, vaazın ardından o sıralarda yurt olan ve sonraki yıllarda okula dönüşecek olan eğitim tesisi için yapılan himmet toplantısına da katıldıktan sonra teravih namazı kıldı. 

Herkes dağılmıştı, ancak o henüz bir şey yememişti. İftarını yapması için yemek getirildi. Hocaefendi yine, “Ben yemeyeceğim, siz buyurun.” dedi. Talebelerinden Vehbi Yıldız’ın “Yaz günü oruç tuttunuz, bu kadar yoruldunuz.” ısrarları da fayda etmedi. 

Hocaefendi hiçbir şey yemiyordu. Yıldız en sonunda, “Hocam, buradaki yemek içerisinde öğrencinin yiyeceğinden hiçbir şey yok. Ben burada ne varsa hepsini kendi paramla hazırlattım.” deyince Hocaefendi, “Ha öyle mi, peki o zaman.” deyip iftarını açtı.

Hocaefendi, seyahat sırasında yol veya köprü için ödeme yapılması gerekiyorsa yine kendisi karşılıyordu. Mesela Boğaziçi Köprüsü’nden geçecekleri zaman: “Benim bir köprü parası kadar param var. Köprü parasını ben vereceğim.” diyerek onu da kendisi ödüyordu. 

ECEVİT KABİNESİ (2 OCAK 1978)
 
Bülent Ecevit, AP'den aldığı 11 Bakanla birlikte 2 Ocak 1978’de hükümeti kurdu. Bu yıllarda ülkeyi karıştırmak isteyenler yine iş başındaydı. 

Örneğin, 16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi önünde öğrencilerin üzerine bomba atılmasıyla 5 kişi ölmüş, 47 kişi yaralanmıştı. 

23 Aralık 1978’te Kahramanmaraş’ta, karşılıklı olarak öldürülen kişilerin cenazeleri sonrası, muhtelif provakasyonlar tertiplenmiş, kundaktaki bebekler dahil 33 kişi ölmüş, yüzlerce kişi yaralanmış, evler, dükkanlar yakılmıştı.

Ülke adım adım, 12 Eylül darbesine gidiyordu. Türkiye’de kamplaşmalar öylesine vahim boyutlara ulaşmıştı ki, Hocaefendi, 1979’da Bornova Camii’nde cuma günü vaaz verirken, sol gruplardan birinin mensupları “Yaşasın Lenin, yaşasın komünizm” diye bağırarak caminin önünden geçiyorlardı. 

Ellerinde orak çekişli kırmızı bayraklarla geçen grubun amacı camidekileri tahrik etmekti. Cuma günü olduğu için caminin çevresi kalabalıktı. Özel olarak cuma gününün seçildiği anlaşılan bu gösteride, dışarıdan gelen “Yaşasın Dev-Sol, yaşasın Marksizm” sloganlarıyla içerideki cami cemaatinin psikolojisi bozulabilirdi. 

Hocaefendi, o günleri şöyle anlatıyor: “Cami avlusunda bile komünist gençler tarafından tehdit ediliyorduk. Cami avlusunda cemaatin gözünün içine baka baka ‘ya ya ya, şa şa şa, komünizm çok yaşa’ diye bağırılıyordu.” 

Hocaefendi, basiretli davranarak o dönemde kendisini sağcı, solcu ya da dindar olarak tanımlayan bütün gençlere aynı dilden yaklaşıyordu ki bu çok önemliydi. 

Örneğin, kendilerini komünist olarak adlandıran gençler cami avlusuna girip bu sloganları attıklarında camideki dindar gençlerin harekete geçip onlara cevap vermesini doğru bir tarz olarak görmüyordu. 

Hocaefendi’ye göre sokaklara yazı yazmak veya karşı grupların yazdığı sloganları silip yeni sloganlar üretmek de faydasızdı. Hocaefendi’nin sağdan ve soldan bütün gençlere çağrısı şuydu: “12 Mart Muhtırası’ndan ders alın. Ülkeyi kurtarmayı bırakın, okulunuzu bitirmeye bakın.”

Bir gün bir arkadaşı Hocaefendi’ye “Hocam ne zaman kürsüde vaaz ederken ve minberde hutbe okurken size baksam, sizi alnınızdan bir kurşun yemiş ve kanlar içinde boylu boyunca yatarken görüyorum.” demişti. 

Hocaefendi’nin bu arkadaşına cevabı şöyleydi: “Ben hep o tehlikeyi bilerek ve onu bekleyerek hutbe için minbere çıkıyorum.” 

Bir gün kürsüde vaaz ederken şöyle demişti: “Şayet bir gün beni kürsüde öldürürlerse, cesedimi bir kenara atın ve başınız önde asayişin, emniyetin temsilcileri olarak evlerinizin yolunu tutun. Eğer öyle bir anda kalkıp bana saldıranlara karşılık verirseniz size hakkımı helal etmem. Allah’ın huzurunda iki elim yakanızda sizinle hesaplaşırım.” 

O günlerde sol gruplardan birine mensup gençler, Hocaefendi’nin Alaattin isimli bir öğrencisinin kafasını yarmışlardı. Bu öğrenci Hocaefendi’ye gelerek, “Hocam beni bu hale getirdiler, ama kimseye el kaldırmadım.” dedi. 

Hocaefendi, bu öğrencisini teselli ederek, “Size yakışanı yapmışsınız.” cevabını verdi. “Size biri bıçakla saldırıyorsa, kollarınızı açın, ona sarılın. Onun yaka cebine gül kondurmak için okunuzun ucuna gül takın.” diyordu. 

Bu sol gruptaki öğrenciler, dövdükleri öğrencinin rakip sağcı bir gruba mensup olduğunu zannetmişlerdi. Kısa bir süre sonra onun Hocaefendi’nin öğrencisi olduğunu öğrendiklerinde, bir demet çiçekle Hocaefendi’yi ziyaret edip özür dilediler. 

O dönemde şehirlerde kurtarılmış bölgeler vardı. Örneğin İzmir’deki Ege Üniversitesi solcu gençlerin kontrolündeydi, ülkücüler derslere giremiyordu. Erzurum’daki Atatürk Üniversitesi ise sağcıların kontrolündeydi.

Bazı yerlerde öğretim üyeleri bile okullara giremiyordu.

Sağ ve sol gruplar da kendi aralarında birlik değildi. Örneğin Maocular bir grup, Leninciler bir başka gruptu. Bir grup diğerine “Rusçu”, “sosyal faşist” suçlaması yapıyordu.

Her genç, Hocaefendi’nin kafası yarılan bu öğrencisi kadar şanslı değildi. Her gün, 20-30 kişi ölüyordu. Ölen her üniversiteli gençle birlikte bir eve de ateş düşüyordu. 

Anneler ve babalar çaresizdi. İstanbul Şişli’deki olaylarda öldürülen iki öğrenciden biri olan Cezmi Yılmaz’ın babası Şuayip Yılmaz, “Arkadaşımızın cenazesini biz gömeceğiz.” diyen bir grup öğrenciye, “Hayır, oğlumun ölümüne siz sebep oldunuz, cenazeyi size vermem.” diyordu. 

Bunun üzerine yeniden olaylar çıkıyordu.

TÜRKİYE NASIL DÜZLÜĞE ÇIKAR?

1979 yılında işadamı Sabri Ülker’in İstanbul Boğazı’nın üzerindeki evinde bir yemek daveti vardı. Yemekte, dönemin Başbakan Müsteşarı Turgut Özal, İsmet İnönü döneminin Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu, Profesör Nevzat Yalçıntaş, birkaç profesör ve işadamları vardı. 

Hocaefendi de o akşam Ülker’in evindeydi. Özal, yemekten sonra Hocaefendi’ye “Hocam eğitim faaliyetlerinizi biraz anlatsanız.” dedi. 

Hocaefendi, Türkiye’nin düzlüğe çıkması için bireysel olarak herkese düşen görevlerden söz etti. Türkiye sathına yayılmakta olan öğrenci yurtlarıyla birlikte okullar açılması gerektiğini anlattı. 

O akşam Hocaefendi’yi dinleyenlerden bazıları, “Bunun için gerekli olan para nasıl bulunacak?” sorusunu ortaya attılar. 

Hocaefendi, “O işin en kolay tarafı. Önemli olan samimiyet. Bakın İzmirli işadamı gelip İstanbul’da yurt açıyor.” diye cevap verdi.   

Yemekten sonra Özal ile Hocaefendi bir saat kadar baş başa görüştül. Hocaefendi, Turgut Özal için şöyle diyecekti: “Özal daha o zaman işin temelini, büyüklüğünü, inkişaf edeceğini görmüştü.”  

Devam edecek…

<< Önceki Haber [Tarık Burak yazdı] Yıkıma karşı imar ve ıslah hamlelerini... Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER