Ahmet Yılmaz / samanyoluhaber.com
Anne Babaya İtaat mi Saygı mı?
Hizmet hareketine gönül vermiş fertler, türlü imtihanlarla dolu çok zor bir süreçten geçiyorlar. Sadece onlar değil; hareketin takipçileri, ilgilileri, hiç alakası olmasa bile eşleri, çocukları ve hatta ehl-i insaf olan yakınları benzer durumdalar. Onlar da çeşitli derecede hak ihlallerine uğramaktalar. Maruz kaldıkları türlü tazyikler de cabası.
Bazen de mobbing öz anne babaları cihetinden geliyor. Ebeveynleri tarafından, inandıkları değerleri reddetmedikleri takdirde “analık-babalık haklarını helal etmeyecekleri”, “evlatlıktan reddedecekleri”, “sütlerini haram edecekleri” gibi tehditlere maruz bırakılan kardeşlerimiz var. Dînî ve îmânî meselelere meftûn bu insanlar, son derece önemsedikleri ebeveyn hakkı ile doğru olduğuna inandıkları evrensel değerler arasında tercih yapmak zorunda bırakılıyorlar. Bütün bu baskıların arka planında ise anne-babaya itaat olgusu bulunuyor.
Evet, itaat kültürü, şarkın sosyolojik olgusunu yansıtan önemli bir veri hiç kuşkusuz. Mutlak çizgide ele alıp yüceltirseniz itaat kültü de diyebilirsiniz siz ona. Sosyal kodlarımızda var, itaat etmeyi de kolayca içselleştirebiliriz, bize itaat edilmesini de severiz. Unutuveririz “karşılıklı mesuliyet ve hukuk sınırlan dâhilinde hareket etme” ilkesini. Satırlarda kalır “yetki ölçüsünde sorumluluk” prensibi, inmez sadırlara.
Devlet reisi halka, parti yöneticileri teşkilat mensuplarına, âmirler memurlarına, öğretmenler öğrencilerine, koca karısına, patronlar işçilerine, post-nişînler müritlerine ve abiler kardeşlerine “buyurmak” ve dahi onları “yönlendirmek” isterler. Aileden başlayarak hayatın her ünitesinde ve hatta okullarımızda itaatin teorik eğitimi ve pratik uygulaması söz konusudur. Hatta kimi idareci ve öğretmenler öğrencilerinden yakınırken “saygı göstermediğini” ifade sadedinde, sıkıştırıverirler anlatımlarının bir yerine “itaat etmiyor!” yargısını. Bu beklentinin gerçekleşmediği durumlarda sığınılacak liman da bellidir: İtaatsizlik yaptı..
Geleneğimizdeki yerleşik tutumlara bakılacak olursa, benzer bir durumun anne-baba ile çocukları arasındaki ilişki biçimi için de geçerli olduğunu söylemek mümkün. Hatta ebeveyne itaati, dînî çerçevede ele alan ve bunu onlara karşı bir vazife kabul eden âlimlerin sayısı hiç de az değildir bizim geçmişimizde. Hâkim en-Nîsâbûrî’den (ö. 405/1014) Ebussuud Efendi’ye (ö. 982/1574) varıncaya kadar kimi âlimler, anne babaya itaati Allah’a kulluğun bir parçası olarak ele almışlar ve Allah’a kulluktan sonra anne-babaya itaat gelir demişler.
Elbette onları bu kanaate ulaştıran ve inkârı kâbil olmayan dînî referanslar söz konusu. Ancak kanaatimce, toplumun farklı katmanlarında yaşanılan ebeveyne itaat olgusu, Kur’ân’ın bu konuda telkin ettiği değerlerin dışına taşmış durumda.
Göz önünde bulundurulması gereken gereken başka etkenler de var. Meselenin hermeneutik tarafı var mesela. Yatkınızdır dînî metinlerin bağlam sınırlarını aşmaya. Zorlama yorumlara girmeye. Ve tabi ki tevarüs edilmiş içtimâî teâmülleri sorgulamaksızın yüceltmeye. Bu bağlamda, Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan ve anne-babaya ihsan sahibi olmayı, iyilik yapmayı salık veren âyet-i kerîmeleri ve Hz. Peygamberin sallallâhu aleyhi ve sellem anne-baba hakkıyla ilgili onlarca hadis-i şerifini nasıl anlamak ve nasıl yorumlamak gerekir? Anne-babaya mutlak itaat mi yoksa ihsan ve ihtiram mı? İhsan ama sınırı nereye kadar? İhsan itaati de kapsar mı?
Konuyla ilgili ayet-i kerîmelere baktığımızda karşımıza çıkanlar şunlar:
“Biz insana anne babasına iyi davranmayı emrettik. Annesi onu ne zahmetle karnında taşıdı ve ne zahmetle doğurdu! Onun (anne karnında) taşınması ve sütten kesilme süresi (toplam olarak) otuz aydır. Nihayet olgunluk çağına gelip, kırk yaşına varınca şöyle der: “Bana ve anne babama verdiğin nimetlere şükretmemi, senin razı olacağın salih amel işlememi bana ilham et. Neslimi de sâlih kimseler yap. Şüphesiz ben sana döndüm. Muhakkak ki ben sana teslim olanlardanım.” {Ahkâf (46), 15}
“Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini emrettik. Şâyet onlar seni, hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, bu takdirde onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak bana olacaktır ve ben yapmakta olduklarınızı size haber vereceğim.” {Ankebût (29), 8}
“Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama (onlara alâkasız kalma); onlara tatlı ve güzel söz söyle.” {İsrâ (17), 23}
“Eğer, hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seninle uğraşırlarsa, onlara itaat etme. Fakat dünyada onlarla iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Ben de size yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim.” {Lokmân (31), 15}
Hemen ifade etmek gerekir ki yukarıdaki ayetlerin yer aldığı Ahkâf, Ankebût, Lokmân ve İsrâ sûreleri Mekkî sûrelerden. Mekke döneminin karakterinde ise şirk ile mücadele ve müşriklerin baskılarına dayanma var. Mesela Lokman sûresinin 15. âyetinin sebeb-i nüzûlü dikkati caliptir. Annesinin canının yongası olan Sa’d b. Ebî Vakkas, daha 17 yaşında iken Müslümanlığı kabul etmiştir. O, kendi mihne sürecinde yaşadıklarını şöyle anlatır:
“Ben anneme karşı son derece saygılıydım. Müslüman olduğum zaman annem kendisine olan düşkünlüğümü kullanarak beni dinimden döndürmek istedi. Bir defasında bana şöyle dedi: “Sa’d! Bu yeni din de nereden çıktı? Neyin nesidir? Ya bu dinden geri döneceksin ya da ben ölene dek bir şey yiyip içmeyeceğim!” Kendisine: “Anneciğim sakın böyle yapma! Çünkü ben dinimden kesinlikle geri dönmem” cevabını verdim. Ama o, yine de bir şey yemedi, içmedi. Bu durum böyle devam etti, midesine bir şey girmediğinden gittikçe eridi, bitkin düştü. Kendisine: “Anne, Allah’a yemin ederim ki, senin yüz tane canın olsa ve her gün bir tanesini versen, ben yine de bu dinimden vazgeçmem!” dedim. Bu kararlılığımı görünce yeniden yiyip içmeye başladı. İşte bu olay üzerine bu ayet indi.”
Evet, bir taraftan müşriklerin zulüm ve işkencelerine tahammül göstermeye çalışan ilk Müslümanlar, diğer taraftan kazanımlarını korumaya gayret gösteriyorlardı. Âyetlerde, dönemin şirkle mücadele karakteri hemen hissediliyor. Diğer taraftan ilgili âyetleri hep birlikte ele aldığımızda görüyoruz ki talep edilen, ebeveyne mutlak itaat değil, ama mutlak isyan da değil. İhsanda bulunma talep ediliyor. Îmânî değerlerden ödün verilmemesi esas kabul ediliyor. Peygamberimizin sallallâhu aleyhi ve sellem “Allah’a isyan olan yerde (kula) itaat yoktur. İtaat ancak meşru olanda olur” (Buhârî, “Âhâd” 1) hadis-i şerifi bu noktada çok değerli. Allah hakkı bütün hakların üstünde olduğu için ana baba çocuklarını bu hakkı ihlâl etmeye veya Allah’ın açıkça yasakladığı başka işler yapmaya veya yapanı hoş görmeye zorlarlarsa kesinlikle onların bu baskısına boyun eğilmeyecek; bununla birlikte meşrû ve mâkul olan istekleri yerine getirilecektir. Âyetteki şirk çağrısı durumunda ebeveyne itaat etmeme emrini takip eden “Fakat dünyada onlarla iyi geçin” emri ne de çok değerli!
Öte yandan zaten ana-baba çocuğunu reddedemez; yani evlatlıktan reddetmenin hukuki bir sonucu ve değeri yoktur. Zaten böyle bir davranış haksız ise ahlaki ve sosyal açılardan da bir değeri olmaz. Evlatlıktan men etme şurada dursun, gerek İslam hukukunda ve gerekse pratik hukukta, çocuğu mirastan mahrum bırakma meselesi bile çok ciddi gerekçelere bağlanmış. Süt ise küçük bir çocuğun en doğal hakkıdır, emziren kişi dini ve hukuki vazifesini yapmıştır, süt de sonuç itibari ile helal olmuştur; onu kimsenin haram kılma hakkı yoktur.
Bediüzzaman’ın muhteşem bir tespiti var, onunla bitirmiş olalım: “Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira hakkın hatırı âlîdir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir.”