Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallal-lâhu aleyhi ve sellem), Allah’tan aldığı mesajları insanlığa getiren bir resûl/elçi olmasının yanında, aynı zamanda, kavlî, fiilî ve takrirî sünnetiyle meseleleri tavzih ve tespit buyuran bir müçtehitti.
İşte zaman ve şartlara göre belli problemlere çare bulma mevzuuna Efendimiz’in müçtehit olması çerçevesinde yaklaşarak, “Şayet bugün Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) olsaydı bu mevzuda şöyle yapar ve bu boşluğu şu şekilde doldururdu.” deme mahzursuz bir yaklaşım olabilir. Hem böyle bir söze makul bir mahmil de bulunabilir. Şöyle ki, zaman önemli bir müfessirdir. Şartlara ve konjonktüre göre bazı hususların tevil ve tefsirinde o, bir ibre vazifesi görür. Diğer bir ifadeyle Kitap ve Sünnet’te bazı alanlar içtihat ve istinbata emanet edilmiş, tevil ve tefsiri de zaman müftüsüne bırakılmıştır. Fakat içinde bulundukları zaman ve şartlara göre, bu tür hususları yorumlayacak insanların, öncelikle ele aldıkları mevzular hakkında Kitap ve Sünnet’in sarih bir beyanı olup olmadığını bilmeleri, araştırıp tetkik etmeleri gerekir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim veya Sünnet-i Sahiha’da yer alan nassların aksine bir şey söylenemez.
Şu halde, içtihat adına Kitap ve Sünnet’e muhalefet edilemeyeceği gibi; Kitap ve Sünnet’te yer alan nassların nasıl anlaşılacağı, ne şekilde tevil ve tefsir edileceğini bizlere gösteren icma deliline de muhalefet edilemez. Bu açıdan, temel kaynakları görmezden gelerek heva ve hevese göre bazı şeyler söylemek başka; aslî kaynaklar ve muhkemata bağlılık, vukufiyet ve ıttıla içinde bir konuyla ilgili düşünce beyan etmek başkadır. Dolayısıyla ister ferdî, ister ailevî, isterse siyasî, içtimaî, iktisadî problemlere çare bulma mevzuunda öncelikle Kitap, Sünnet ve icmaa müracaat edilmelidir. Eğer bu kaynaklarda bir çözüm bulunamazsa, o zaman da, bu boşluğu doldurma adına ortaya konulan fikirlerin, muhkemat dediğimiz temel disiplinlere muhalif düşmemesine dikkat edilmelidir.
Bir Hüküm Verirken Kalpler Titremeli!
Öte yandan bilinmesi gerekir ki, hayatın değişik birimlerinde zuhur eden problemlere, içtihat ve istinbatlarla çözüm üretebilmek için, uzman ve ihtisas sahibi olmanın yanı başında, insanın içinde, Allah’ın kelamına veya murad-ı ilahîye muhalif bir söz söyleme endişesinin olması, bu endişeyle yüreklerin hoplaması, kalblerin tir tir titremesi gerekir. Yoksa dini yaşamada laubali ve mütesahil, hep işin kolayına kaçan, sürekli işine geldiği gibi konuşan veya müşarun bi’l-benan olma arzusuna kapılıp başkalarına şirin görünme mülahazasıyla hareket eden ve sürekli kendinden söz ettirme maksadına matuf beyanda bulunan insanların, “Peygamberimiz olsaydı, O da bu mevzuda böyle yapardı.” demeleri veya kendilerine ağır gelen meselelerde, “Efendimiz olsaydı O böyle yapmazdı.” diye iddiada bulunmaları ve böylece güya kendi görüşlerine Allah Resûlü’nü hüccet göstermeleri elbette kabul edilebilir bir yaklaşım değildir. Esasında bu insanlar, işlerine gelmeyen mevzularda, “Efendimiz bu zamanda olsaydı, O böyle yapardı.” derken, -hâşâ ve kellâ- sanki farazî bir peygamber takdirinde bulunuyor, arzularına göre o farazî peygamberi konuşturuyor ve kendi heva u heveslerine göre ona fetva verdiriyorlar, demektir.
Laubaliliğe Tahammülü Olmayan Meseleler
Hâlbuki insanların dünya-ukba saadetini ilgilendiren dine ait meselelerin hiçbir şekilde laubaliliğe tahammülü yoktur. Selef-i salihîn içtihat mevzuunda öyle hassas ve titiz hareket etmiştir ki, bir mesele hakkında kendilerine soru sorulduğu zaman yerine göre sırf o meseleye cevap verebilmek için Kur’an-ı Kerim’i baştan sona birkaç kez hatmetmişlerdir. Ayrıca İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri gibi büyük kametler, bir meseleyi çözmek için belki birkaç gün talebeleriyle münazara ve müzakerede bulunmuştur. Münazarayı, günümüzde televizyonlarda yapılan cedel ve tartışmalarla karıştırmamak gerekir. Zira münazara zıtlaşma ve birinin dediğinin tersini söyleme değil, ele alınan bir meseleyle ilgili o meselenin nazir ve şebihini ortaya koyma demektir. Yani dinî bir hususta münazara “bu mesele şu nassın zahirine daha uygun düşüyor, falan âyet-i kerimeye daha muvafık” vs. diyerek, o konunun benzerini ortaya koyma ve ona göre bir çözüm bulma demektir. Bazen böyle bir münazaradan sonra talebeleri, Ebu Hanife Hazretleri’nin söylediği görüşe kanaat edip “Bu mesele senin dediğin gibidir.” diyorlar. Fakat hazret sabaha kadar nassları yeniden gözden geçiriyor, onları bir kere daha mütalaaya alıyor, bir kere daha kendisiyle yüzleşiyor, sonra sabah kalkıyor, talebelerinin yanına geliyor ve “Akşam şu mevzuda siz bana muvafakat ettiniz. Fakat ben şu nassları göremediğimden yanılmışım. Bu mesele sizin dediğiniz gibiymiş.” diyor; diyor ve ciddi bir hakperestlik mülahazasıyla kendi görüşünden vazgeçip talebelerinin görüşünü tercih ediyor.
Hâsılı, ferdî, ailevî ve içtimaî bütün meselelerde söz Allah’a ve sonra da Efendimiz’e aittir. Onların beyanlarının olduğu yerde insana düşen vazife, sükût etmektir. Dolayısıyla bir insan Allah ve Resûlü’ne ait beyanın olduğu bir yerde, heva, heves ve arzularına uyarak söz söylüyorsa bilmesi gerekir ki, o, hevasını ilah edinmiş demektir.