Futbolun serüvenine değinen Niyazi, köşesinde; “Futbolu Orta Asya’da Türkler oynardı.
İslamiyet’ten önce olduğu için kadın erkek beraber oynadıkları bu oyuna tepik, gole de
kale derlerdi. İki yoldan dünyaya yayıldı. Orta Asya’dan Çin’e geçti; orası
İngiltere’nin sömürgesi olunca adaya geldi. Attila’nın askerlerinden de
Avrupalılar bunu tanıdı.” diye yazdı. İşte o yazı...
Kupanın ardından
Son Dünya Kupası’na Milli Takımımızın da katılmasını gönül isterdi. Geçen Dünya Kupası’nda üçüncü olduğumuzda
gençlerimizin gözleri ışıldıyordu.
Sadece bizimkilerin değil, Türk devletlerindeki, hatta bütün İslam âlemindeki gençlerin bayram yaptıklarını, oralarda yaşayan dostlarımızdan göğsümüz kabararak dinledik. Böyle başarıları biraz abartınca hemen
Almanya’nın eski cumhurbaşkanlarından Theodor Heuss’u hatırlıyorum. İki dünya savaşında da yenilen Almanların gururu kırılmıştı. 1954 yılında dünya şampiyonu olduklarında, bizler de bir şeyler yapabiliyormuşuz sarhoşluğuyla
Almanya yıkılırken Heuss’un şu cümlesi gazetelerde yer almıştı: “Bunu fazla abartmayın; Alman milletinin istikbali onbir evladının pabucunun ucunda değildir.” Vakarlı bir devlet adamına yakışan budur; ama böyle başarılara bizim çocuklarımızın gerçekten ihtiyacı vardır.
Durumu herhangi bir şekilde sarsılmış milletlerin geleceğe ümitle bakmaları; ancak yere sağlam basmalarıyla mümkündür. Bunda geçmişte ciddi işler yaptıklarına inanmaları önemli faktördür. Son dönemlerde ender yetiştirdiğimiz bilim adamlarından biri olan Hulusi
Behçet, bir cilt hastalığını keşfetti. Zürihli Prof. Misher’in teklifi üzerine bu hastalığa “Behçet Hastalığı” adı verildi. Duyduğumuz doğruysa, şimdilerde bu hastalığı keşfetmenin şerefini
Yahudi bir bilim adamına mal etmek için pek çok ülkede bu hastalık söz konusu olunca, o Yahudi bilim adamının adı kullanılıyormuş. Sadece Almanlar ve biz “Behçet Hastalığı” demeye devam ediyormuşuz. Niçin Yahudiler, sözünü ettiğimiz hastalığın keşfini kendilerinden birine mal etmek istiyorlar? Çünkü bir millet insanlığa ne kadar şey vermişse, o kadar saygın ve köklü hale gelir.
Dört yılda bir dünya, aynı aralıkla Avrupa kupası, her yıl
Şampiyonlar Ligi, ülkelerin kendi ligleri oynanıyor.
Afrika,
Amerika şampiyonlukları ve benzeri değişik organizasyonlar da devreye giriyor. Bilhassa gençlerin önemli bir bölümü
futbolla yatıp futbolla kalkıyor. Bu oyunu
icat eden millet, onların gözünde farklı hale gelmez mi? Televizyonlarda futbolu İngilizlerin icat ettiğini dinliyor, gazetelerde okuyoruz. Bu kesinlikle doğru değildir. İlk futbol liginin İngiltere’de başladığı doğrudur. Bunu bütün İngilizler bilir, iftihar da ederler. Profesyonellik ise Arjantin’de gündeme gelmiştir. Yetenekli bir genç dağınık yaşıyor, zaman zaman maçlara gelmeyi aksatıyormuş. Bunun üzerine kulübüyle şöyle bir
anlaşma yapmış: Maça gelirse beş pezo alacak, gelmezse beş pezo verecek. Böylece futbola para Arjantin’de girmiş oldu. Oradan Uruguay’a geçti; sonra da dünyada yaygınlaştı.
Ayak topunu ilk oynayanlar Türklerdir. Merak edenler Heredot’u okuyabilirler. Futbol, 1860 yılından itibaren dünyada aktüel hale gelmeye başladı. Kaşgarlı Mahmud’un 1072-74 yılları arasında kaleme aldığı “Divan-i Lügat-it Türk”e
bakan “tepik” kelimesini görecektir. Son zamanlara kadar dağ köylerimizde futbol denmez, “tepik” denirdi. Dünyanın futboldan haberi yokken Kaşgarlı Mahmud’un “tepik” kelimesine dair bilgi vermesi, onu kimin icat ettiğinde şüphe bırakıyor mu?
Yıllarca önce, Köln’de Spor Yüksek Okulu’nda okuyan bir dostumu ziyaret etmiş, notları arasında
futbol tarihi dersinde hocalarının şunları yazdırdığını okumuştum; “Futbolu Orta Asya’da Türkler oynardı. İslamiyet’ten önce olduğu için kadın erkek beraber oynadıkları bu oyuna tepik, gole de kale derlerdi. İki yoldan dünyaya yayıldı. Orta Asya’dan Çin’e geçti; orası İngiltere’nin sömürgesi olunca adaya geldi. Attila’nın askerlerinden de Avrupalılar bunu tanıdı.” Yabancılardan az da olsa soylu bilim adamları çıkıyor. Herhalde yitik mallarımızın bir kısmını bunlar sayesinde bulacağız.
Efendim, futbolu biz icat etsek, İngiltere icat etse ne değişir, denebilir. Rivayet edilir ki insanlığın yetiştirdiği en büyük şairlerden biri olan
Hafız’la karşılaşan Timur, göstermelik bir çıkış yapar: “Bir dilberin gözüne, kaşına Semerkant’ı, Taşkent’i veriyorsun. Onları mamur edinceye kadar ne canlar yaktığımı, ne çileler çektiğimi herhalde bilmiyorsun?” Gülümseyen Hafız ona şunu söyler: “Vere vere bu hale düştük ya Sultanım!” Hoşuna giden bu
cevap üzerine Timur ünlü şairi ödüllendirir. Biz de vere vere Hafız gibi düştük; ne çare ki mağduru ödüllendirecek bir Timur yok.
ZAMAN