Abdullah Aymaz / samanyoluhaber.com
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, İstanbul’un işgali sırasında manda idaresini reddetmek üzere “Hutuvat-ı Sitte” isimli broşürü yazmıştı. Yeğeni Abdurrahman Nursi, Tevfik Demiroğlu ile beraber dağıtmışlardı. Bunun üzerine Ankara’ya davet edildiler. Üstad Hazretleri “Ben tehlikeli yerde hizmet etmek istiyorum diyerek pek İstanbul’dan ayrılmak istemiyordu. Sonra bu davetler Mareşal Fevzi Çakmak ve eski Van Valisi Mebus Tahsin Bey tarafından tekrarlandı. Bu ısrarlar üzerine önce talebelerinden Tevfik Demiroğlu, Molla Süleyman ve Binbaşı Refik Bey'i, Milli Hükümeti desteklemeleri için Ankara’ya gönderdi. Kendisi de 1922 senesi Kurban Bayramından bir hafta kadar önce Ankara’ya gitti. 9 Kasım 1922 Perşembe günü Mecliste Hoş geldin Merasimi ve alkışlarla karşılandı. Kürsüye davet edildi. O da Kürsüde Anadolu gazilerini tebrik etti ve zafer ve muvaffakıyetleri için dua etti. Fakat Üstad, Ankara’da umduğunu bulamadı. Onun için 19 Ocak 1923 tarihli on maddelik bir beyanname neşretti. Bilhassa namaz üzerinde duruyor, bu ınkılabın temel taşlarının sağlam olmasını istiyordu. Beyannamenin neşrinden sonra 50-60 milletvekili daha namaza katılmaya başladılar. Fakat Meclis Başkanı ile araları açıldı. Ciddi münakaşa ettiler.
30 Ağustos 1922 Zaferinden sonraki günlerden 1923 Nisan başlarına kadar Ankara’da kalan Üstad Hazretleri burada bazı eserler de bastırmıştı. Bunlardan Hubab Risalesini Trabzon mebusu Ali Şükrü Beyin matbaasında bastırmıştı. Bu dindar, asil ve yiğit insan maalesef kalleşçe bir cinayetle şehit edildi. Çünkü Meclisteki dine karşı olan lâkaytlığı şiddetli konuşmalarıyla önlemeye çalışıyordu. Cinayet Mart sonlarına doğru işlenmişti. Bediüzzaman’ın daha evvel teksir edilerek Mecliste dağıtılan on maddelik beyannamesi de neşredilmişti. Artık Ankara İslamiyet aleyhinde işlenecek acı cinayetlere ve inkılaplara gebe idi. Daha sonraki zamanlarda, yani 1950 senesinden sonraki zamanlarda Üstad Hazretleri bir ders esnasında, “İhtiyarlar Risalesi”nde geçen “Ankara’da en kara bir hâlet-i ruhiye hissettiğinden…” ifadeleri okunurken meselenin asıl cihetini şöyle ifade ediyordu: “Ankara’da en kara bir vaziyet ve durumu hissetmek değil, bizâtihî görmüştüm. Ben Ankara’daki Hacı Bayram Veli Hazretlerinin hatırı için “hissettim” diye ifade ettim. Yoksa o karanlık durumlar his değil, bizâtihî gördüğüm işlerdi.
Beyannamede yer alan bütün ikazlara rağmen, çok büyük tekrarlarla çağrıldığı Ankara’dan, hele hele Ali Şükrü Bey gibi dindar bir kahramanın şehid edilmesinden on-onbeş gün sonra: “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım!” diyerek ayrılıp, İstanbul-Gebze ve Trabzon üzerinden geçerek Van’daki Zernabad Suyu civarındaki Erek Dağı'nda inzivaya çekilip gitmişti. Bu konuda Ankara’daki durum için kendisi şunları söylüyor:
“1922’de Ankara’ya gittim. İslam ordusunun Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde bir zındıka fikri, içine girmek, bozmak ve zehirlendirmek için sinsice, hilekârca çalıştığını gördüm. Eyvah, dedim. Bu ejderha imanın erkânına ilişecek. O vakit “Peygamberleri onlara: ‘Hiç gökleri ve yeri yaratan Cenab-ı Hak hakkında şüphe mi var?’ dediler.” (İbrahim Suresi, 14/10) âyet-i kerimesi ap açık derecede Allah’ın varlığını ve birliğini anlattığı için ondan imdad alıp, o zındıkların başını dağıtacak derecede Kur’an-ı Hakim’den alınan kuvvetli bir bürhanı, Nur’un Arapça Risalesinde yazdım. Ankara’da Yeni Gün Matbaasında bastırmıştım. Fakat maatteessüf, Arapça bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nâdir olmakla beraber, gayet kısa ve özet bir surette o kuvvetli bürhan tesirini göstermedi. Maatteessüf o dinsizlik fikri, hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu.”
Daha sonra Üstad Hazretleri bu Risaleyi, Yirmi Üçüncü Lem’a olan Tabiat Risalesi olarak yeniden ve geniş ve izahlı şekilde Türkçe yazmıştır.
Trenle Ankara’dan Van’a gitmek için Üstad Hazretleri istasyona geldiğinde kendisini dostları uğurlarken bu esnada istasyondaki evinde kalan Mustafa Kemal yanına geliyor. Heykeller konusunu konuşuyorlar. Üstad ona “Biz sana heykellerini diktiresin diye destek vermedik. Müslümanların heykelleri; hastaneler, mektepler, yetim koruyan yurtlar, mabedler, yollar gibi âbideler olmalıdır.” diyor. Sonra yürüyerek kendisini Van’a götürecek trene biniyor… (N. Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi)
Daha sonra yazdığı On Üçüncü Lem’a’nın On İkinci İşaretinin soru cevaplarında Ali Şükrü Beyi şehit eden cânîlerin kullandıkları silahları şöyle açıklıyor:
“Ben kendim tekrar tekrar müşâhede etmiştim ki, yüzde on ehl-i fesad, yüzde doksan ehl-i salâhı mağlûb ediyordu. (İlk Meclis açılınca, ortalık papatyalar açmış gibi yüzde 90 sarıklı âlimlerle doluydu… Ama kısa zaman sonra onlardan o ruh ve anlayışta kimse kalmadı. Ya saf dışı oldular veya mânen başkalaşıp değiştiler) Hayretle merek ettim, tedkik ederek katiyen anladım ki, onların o gâlibiyeti kuvveten, kudretten gelmiyor, belki fesattan, alçaklıktan, tahripten, ehl-i hakkın ihtilâfından istifade etmekten ve içlerine ihtilaf atmaktan, zayıf damarları tutmaktan ve aşılamaktan, nefsânî hissiyâtı ve şahsî garazları tahrik etmekten, insanın mâhiyetinde zararlı madenler hükmünde bulunan fena istidatları işlettirmekten, şan ve şeref nâmıyla riyakarca nefsin firavunluğunu okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkmasından geliyor. Ve bunların benzeri şeytanî desiseler vasıtasıyla muvakkâten ehl-i hakka galebe ederler.”
Devirler değişti ama bu süreçte görüldüğü üzere cevirler değişmedi. Biz yine Üstad Hazretlerinin ihlas düsturlarına riayet ederek inşaallah yolumuza devam edeceğiz.