Tarık Burak - SAMANYOLUHABER.COM
Ahlât ve Seyyidler Soyu
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin baba tarafından dedeleri, Bitlis'in Ahlât ilçesinden Erzurum’un Korucuk Köyü’ne göç edip gelmişlerdi. Çünkü ailenin bilinen ilk reisi Halil Ağa başlarına gelen kötü bir hadiseye tahammül edememiş, kavgaya karışmış ve kaderin bir sevki buraya sürgün edilmişti. Bu olay tahminen Sultan III. Selim (1789-1807) veya II. Mahmud (1807-1839) dönemlerinde olmuştu.
Ecdatlarının Ahlât’ı terkedip Erzurum'a gelmelerini Fethullah Gülen Hocaefendi şu şekilde anlatıyor:
‘Halil Dedem, hep Ahlât'a geri dönme düşüncesiyle yaşamıştır. Onun içindir ki, Ahlat'taki mal varlığına dokunmamış, sadece taşınabilir mallarıyla bu sürgün edildiği Hasankale'ye oradan da Korucuk'a gelmiştir. Ancak hiçbirine bir daha Ahlât'a dönmek nasip olmayacaktır.
Halil Dedem'in çocukları buradaki gayr-i menkulleri 80 bin altına satarlar ve aralarında paylaşırlar.”
Fethullah Gülen Hocaefendi, hem baba hem de anne tarafından Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm’ın mübarek soyundan gelen köklü bir aileye mensuptu.
“Ailenizin seyyidler soyundan geldiği söyleniyor?” şeklinde kendisine sorulan bir soruya Hocaefendi şöyle cevap veriyor:
“Olabilir, öyle diyorlar. Ancak bu mevzu bizim aile içinde ne annem ne de babam tarafından konuşulmazdı. Ben annemden iki defa böyle bir merbutiyetten bahis duydum. Her ikisi de şecerenin kaybolduğundan bahsederken oldu. Babam daha da dikkatliydi. Ahmet dedem de bu mevzuda bir şey anlatmazdı. Zaten çok az konuşurdu. Ben daha çok bu tür konuşmalara yakın akrabalarımızda muttali oldum. Ancak, şu anda şecere var mıdır, yok mudur onu da bilmiyorum. Onun için kesin bir şey söylemem mümkün değil...”
Bediüzzaman’ın soyu da baba tarafından Hz. Hasan’a (ra), anne tarafından Hz. Hüseyin’e (ra) dayanmasına rağmen o da Fethullah Gülen Hocaefendi gibi ihlâsı muhafaza ve insanlar nazarında manevi bir makam kazanmak maksadından uzak durmak gayesiyle, bu hususu risalelerinde açıkça beyan etmemişti.
Emevi ve Abbasi dönemlerinde Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm’ın mübarek torunları gördükleri baskı ve zulüm üzerine Anadolu’ya doğru göç etmişlerdi. 1071 Malazgirt Zaferiyle onların bir kısmı girmişti Anadolu’ya. Bulundukları bölgenin örf ve adetlerine uyarak, oranın dilini konuşmuşlardı.
O’nun (sav) güzide torunlarının sığındıkları önemli yerlerden birisi de Bitlis yani Ahlât ve yöresiydi. İstanbul'u topuyla, tüfeğiyle güç ve kuvvetiyle fetheden askerdir ve o askere kumanda eden Fatih'tir; fakat İstanbul'a ruh üfleyen ve onu bir Osmanlı şehri haline getiren daha doğrusu İstanbul'u, Bizans kültürünün elinden kurtarıp İslâmlaştıran, Türkleştiren Ahlât'tır. Çünkü İslâm bütün Anadolu’ya olduğu gibi İstanbul'a da bu kapıdan girmiştir. Ve oradan geçen bütün Türk boylarının iliklerine kadar İslâm kültürü burada sinmiştir.
Ataları 1800’lü yıllarda Bitlis Ahlât’tan Erzurum’a göç eden Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Bitlis ve yöresi hakkında şu enfes değerlendirmelerde bulunuyor:
“… Seyyidler soyunun, göç yerlerinden biri olarak Bitlis yöresini seçmeleri kaderin garip bir cilvesi. Geylâniler’in ve diğer tarikat kollarının burada zuhuru ancak Selçukluların Anadolu’ya yerleşmesinden sonra olmuş. Kar-kış kalkmış, köhne Bizans hâkimiyeti bertaraf edilmiş, diğer taraftan da Emevi ve Abbasi zulmünden emin olunmuş ve bu seyyidler soyu, belli tarikatların içinde ve başında kar çiçekleri gibi açmaya başlamışlardı. Bu günlere gelinceye kadar da hep saklandılar, gizlendiler. Bitlis ve yöresi, seyyidler adına sanki Ashab-ı Kehf’in Tarsus’taki mağarası gibi oldu. Birkaç asır, tabir yerindeyse mağara dönemi yaşadılar. Selçukluların Anadolu’ya yerleşmesiyledir ki, karanlık günler sona ermiş ve çekirdekler filiz vermeye başlamıştır.
İşte Bitlis’e bakarken böyle bakmak lazım. Bir Bediüzzaman’ın, günümüzde dahi ulaşması zor yerlerden zuhuru, yani o şecerenin, membaından kalkıp oralara yerleşmesi katiyen tesadüf değildir. Hizan ve Nurs yaz aylarında bile zor varılan yerlerdir ki, bu nesil kaçabildiğince kaçmış ve saklanabildiği kadar saklanmış ve orada bir potansiyel meydana getirmiştir.
Anadolu’da, Türk boyunun edâ edeceği nice fonksiyonlar vardır. Denilebilir ki, Türk boyları için tarihindeki geçmiş dirilişlerinin yanında İslâm’la yeniden dirilişe erme, İslâm’ın en yakını sayılan Ehl-i Beyt’le olmuştur. Buna bir manada telkih de denebilir. Sanki Bitlis ve özellikle Ahlât, o aşılmaz dağ ve vadilerini, Ehl-i Beyt düşmanlarına karşı bir silah gibi kullanmış ve zulümden kaçan veya İslâm’la bütünleşen bütün mânâ erlerine de bağrını, sinesini alabildiğine açmış ve onları koruma altına almıştır. Bitlis ve yöresi, mânâ adına öyle mümbit bir toprağa sahiptir ki, Anadolu’yu ışık huzmeleriyle yönlendirecek bütün seçkin insanlar burada yetişmiş, boy atmış ve dal-budak salmıştır.” (Fethullah Gülen, Ufuk Kitap, 2006)
Allah (cc) İslam’ın korunması ve yaşatılmasını tesadüflere bırakmamıştı. Her devirde olduğu gibi ahirzamanda da mukaddes emanetlere sahip çıkıp imar ve ıslah hamlelerini başlatacak olan garipler Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm’ın soyundan gelecekti. Onlar bitirecekti İslam’ın gurbetini. Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm, bu konuda tercih hatası yapmamamız için asırlar öncesinden şu sözlerle bize hitap etmişti:
“Size iki büyük ve hukuku ağır emanet bırakıyorum. Birisi Aziz ve Celil olan Allah’ın kitabı Kur’an, diğeri de gözümün nuru ehl-i beytimdir. Allah’ın kitabı Kur’an, semadan yeryüzüne uzatılmış (İlahî ve nuranî) bir iptir. Lâtif ve Habir olan (her şeyi bilen) Rabbim bana bildirdi ki: Kur’an’la ehl-i beytim (ahirette) kevser havzının başında bana gelene kadar birbirinden ayrılmayacak. Öyleyse sizler (size emanet ettiğim) bu iki şeyde bana nasıl halef olduğunuza (benden sonra onlara nasıl davrandığınıza) iyi bakınız; onların hakkını korumaya dikkat ediniz!” (Ahmed, Müsned 111,17; V, 182; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebir, V 154; Tirmizî, Menakıb, 32)
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Baba Tarafından Soyu
Ahlât’tan Korucuk Köyü’ne göç eden Hocaefendi’nin dedesi Halil Efendi’nin Hurşid Ağa isminde bir oğlu vardı. Onun da iki erkek çocuğu doğmuştu. Bunlardan biri Süleyman Efendi, ikincisi Molla Ahmed'ti.
Molla Ahmed’in Zakir, Şakir, Mehmet Ali, Akif, ŞAMİL (1880) ve Abdullah adında altı oğlu ve Gülnuş adında bir kızı dünyaya gelmişti. Molla Ahmed Hocaefendi’nin dedesi Şamil Ağa’nın babasıydı. İlim ve takvasıyla temayüz etmiş müstesna bir insandı. Hayatının son otuz senesinde ayağını uzatıp yatmamış, daha doğrusu sırtı yatak yüzü görmemişti. Denildiğine göre uykunun ağır bastığı anlarda sağ elini alnına koyar ve biraz kestirirdi. İşte onun bütün uykusu, alnı eline dayalı bu kestirmeden ibaretti. Vaktinin diğer kısmını hep çalışarak ve ibadet ederek geçirirdi. Pehlivan yapılı, uzun boylu mehabet dolu fizikî görünümünün yanında onun bu surete denk bir de sîreti ve ruhî yapısı vardı. Riyazatı ömrü boyunca terketmemişti. Onu tanıyanlar, günde bir-kaç zeytinle iktifa ettiğini söylemektedirler. O'nun zühd ve takvası dillere destandı. Çünkü o varlık içinde bir zâhid hayatı yaşamıştı. Babalarından kalan mirası iki kardeş pay ederken, altınları tas tas paylaşmışlardı. Teker teker saymak çok vakitlerini alacağı için böyle yapmışlardı. O devirlerde onların bu miras bölüşme keyfiyetleri de çok meşhur olmuş bir hâdiseydi.
Süleyman Efendi, hep dünyaya açık yaşamış, her geçen gün malına mal katmış ve ticaret hayatına atılmış, muvaffak da olmuştu. O'nun evlat ve torunlarında da bu yön ağır basmıştı. Molla Ahmed ise tamamen bir ukba insanıydı. Tarlada çalışırdı. Kitap okumaya düşkündü ve ibadetle meşgul olmayı hayatının gayesi hâline getirmişti.
Molla Ahmed, 93 Harbi denilen 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında Korucuk’u terk ederek ailesiyle birlikte Sivas tarafına göçüp yerleşmişti. Savaş sonrasında tekrar köye döndüklerinde ise kendilerini zor günler bekliyordu. Her taraf yerle bir olmuş, taş üstünde taş kalmamıştı. Baştan aşağıya kadar yakılmıştı bütün köy. Bunun yanında göçleri çok meşakkatli geçtiğinden aile maddi olarak da büyük sıkınlara girmişti. Çetin hayat şartlarıyla mücadele etmek zorundaydılar.
Şâmil Ağa, o sıralarda küçük bir çocuk veya gençlik basamaklarına tırmanmaya hazırlanan bir delikanlıydı.
Korucuk'a döndükten 8-9 sene kadar sonra, yani 1890 yılı civarında Molla Ahmed vefat etti.
Şamil Ağa ve Munise Hanım
Molla Ahmed’in evlatları büyük fedakârlıklarla gayret edip mal mülk edindiler. İmkânları tekrar genişledi. Bu arada Şamil Ağa ile Munise Hanım evlendi. Bu evlilikten RAMİZ (1905), Rasim, Nureddin, Enver, Dürdâne, Sefer ve Seyfullah adlarında yedi çocukları dünyaya geldi.
Bu yedi kardeşin birbirlerine bağlılıkları, aralarındaki hürmet ve saygı, akrabalık bağlarını korumadaki hassasiyetleri hakikaten dillere destan olacak çaptaydı.
1914’te bütün şiddetiyle ortalığı kasıp kavuran Birinci Dünya Savaşı Korucuk’ta yeniden hummalı bir göçe neden oldu. Hocaefendi’nin dedesi Şâmil Ağa ve ailesi, yükledikleri beş altı kağnı arabası eşya ve yiyecekle yola çıkarak Yozgat’a bağlı Yerköyü’nün Terzili Köyü’ne gidip yerleştiler. Burada birkaç sene ikamete mecbur kaldılar. Cihan Harbinin sarsıntısı geçince tekrar Korucuk'a dönmeye karar verdiler. Ancak getirdikleri her şeyi bu zaman zarfında bitirip tüketmişlerdi. Dönerken sadece iki merkepleri vardı. Çocuklardan yürüyemeyecek kadar küçük olanını, Munise Hanım kucağına alıp merkebe bindi. Diğer aile fertleri başta Şâmil Ağa olmak üzere o kadar yolu hep yaya yürüdüler. Döndüklerinde köyü yine harabeye dönmüş buldular. Evler yıkılmış, ahırlar yerle bir olmuş ve ortada gezinen birkaç cılız koyun ve keçiden başka davar namına da bir şey kalmamıştı. Köyü yeniden kurup inşa etmeleri gerekiyordu. Şâmil Ağa, azim ve ümidinden hiçbir şey kaybetmedi. Yıllarca yokluk ve sefaletle mücadele ettiler. Bir zamanlar kapısında ırgatların çalıştğı bu hâne fertleri kendi işlerinde birer ırgat gibi çalıştılar. Zaten hiçbiri çalışmaya yabancı değildi. Aç, susuz, yokluk ve sefaletle geçen günlerle birlikte köyü yeniden inşa ettiler.
Hocaefendi, dedesi Şamil Ağa için şu hatıralarını kaydetmektedir:
“Dedem Şamil Ağa'nın babasına (Molla Ahmed’e) benzer yönleri vardı. O da bir ukba adamı gibiydi. En şiddetli dönemlerde bile sarıksız gezdiğini görmedim. Sarığını Osman Gazi Hazretleri gibi sarardı. Çok ciddi bir insandı. Belki tebessüm ettiğini görmüş olabilirim, hatırlamıyorum, fakat güldüğünü hiç görmedim. Onun bu ciddiyet ve vakarı köy halkının üzerinde bir mehabet ve korku tesiri yapardı. Bütün köylü ondan korkar aynı zamanda ona çok ciddi saygı duyarlardı.
Dedemin hakiki ulemaya çok saygısı vardı. Fakat bir dönemde meşayihin su-i istimali karşısında o mücerred mantık ve mücerred düşünce sahibi dedemde meşayihin yiyen içen kısmına ciddi bir antipati uyanmıştı. Fakat yine de çoğu meşayihe bir şey demezdi. O, gerçek veliyi babası Molla Ahmed'in şahsında görmüş, tanımıştı. Molla Ahmed ki, yemez içmez, kimseden hediye dahi kabul etmez, sabahlara kadar namaz kılar, bir zeytinle yetinir, günlerinin çoğunu oruçlu geçirirdi. İşte dedeme göre velinin tarifi buydu.
O bu tarifin dışında kalanları meşayıhtan kabul etmez ve "Bunlar şeyh değil pilavcı takımı" derdi. Yani, dedemin manaya inanmama gibi bir durumu yoktu. Fakat babasında gördüğü gerçek mana eri olma gibi durumu başkalarında göremediğinden veya onları babası ölçüsünde bulamadığından itimadında bir sarsılma vardı.”
Şamil Ağa’nın eşi Munise Hanım ise, sözden daha çok yaşayışıyla dinin güzelliklerini yansıtmaya çalışan bir hâl insanıydı.
Hocaefendi anne ve babasından daha ziyade büyükannesi Munise Hanım’ın kendi üzerinde tesir bıraktığını anlatır:
"Babam bana dinimi öğretmeye çalıştı. Arapça okutmaya çalıştı. Başka meşayihten büyük zevatın dizlerinin dibine oturma lütfunu da Allah bana lütfetti. Hiç liyakatim yoktu. Fakat Rabbim batmasın diye bir mücrimi, çok günahkâr birisini, daima ona lütfedip böyle iyi yerlerde gezdirdi. Bir veli hayata gözlerini yumunca ben bir başkasının dizinin dibinde kendimi buldum. Ve onun gurub zamanı yaklaşınca bir başkasının... On yaşlarında iken de, Rabbim bu büyük zevatın dizleri dibinde dolaştırdı. Lehülhamd ve lehülminne. Ona binlerce hamd ve sena olsun. Bunların hepsi ruhumu yıkayacak şeyler anlattı. Allah dedikleri zaman ürpereceğim insanlar gördüm.
Fakat inanın, bana büyükannemin anlattığı şeyleri hiçbiri anlatmadı. Büyükannem bana çok şeyler anlattı. Onu kaybederken 14 -15 yaşındaydım. Ama ruhuma dolduracağı şeyleri doldurmuştu. Babam o evin içinde daha "Cüd bi lütfik ya ilahi, ilahi!" deyince kadının etekleri yaşla dolardı. Ve denir ki şimdi "Munise Hanım vefat etti insanlık ağlamayı unuttu. "Allah" derdin o kadar heyecanlanırdı ki, 24 saat -mübalağa etmiyorum- 24 saat yemekten iştahı kesilirdi. Bütün hayatını belki 30 cümleyle idare ederdi. Hayatında 30 cümlesi vardı onun. O kadar az bilirdi, o kadar az konuşurdu. Fakat bu kadar dine âşık.
Kur'an derken daha "Elif lam mim. Zalikel kitab" Ne duydu o senin nezih vicdanın. Bayılır kendinden geçer adeta, yığılır yerlere ve öyle bir yığılmayla gitmiştir. Elini yüzüne vurmuş, gözlerini sonsuzluğa firdevse dikiyor gibi dikmiş "Allah" demiş, "Ölüyorum bu gece cenazem evde kalacak" demiş gitmiştir.
Bana Rabbimi o anlattı desem sezadır. Bana Peygamberimi, Peygamber sevgisini o anlattı desem sezadır.
Onun öyle sessiz, durgun deryalar gibi derinliği benim üzerimde büyük bir tesir bıraktı. İnanmayı ve Allah’la irtibatı onda gördüm. Belki eskiden gülmüştür, mütebessim bir kadındı, ama ben öyle kahkaha attığını hiç görmedim. Çok onurluydu. Onun benim üzerimde bin nasihten daha etkili olduğunu söyleyebilirim. Ben dört-beş yaşında iken o, bana annemden daha büyük görünürdü. Onun için benden iki yaş büyük amcamla çok defa kavga ederdik; ederdik de o, ‘benim annem’ deyince ben de ‘hayır, benim annem’ diye ona çıkışırdım.
Büyükannem, çok az konuşan ve hâliyle İslâm'ı bütünüyle aksettirmeye çalışan bir kadındı. Ağlayan, düşünen, büyüklere, ulemaya, meşâyıha saygı duyan müstesna bir durumu vardı. Bana karşı duyduğu alaka ve ilgi ise kelimelerle anlatılmayacak ölçüdeydi. Bütün beraberliğimiz müddetince bir defaya mahsus dahi bana kaşlarını çattığını hatırlamıyorum. Zaten tabiatı itibariyle çok yumuşaktı.
Babamın, anneme bir defa kızdığını hatırlıyorum. Kaşlarını çatmış annemin üzerine yürüyecekti. Derhal büyükannem araya girdi ve "Ramiz, sütümü-emeğimi sana haram ederim." dedi. Öyle melek gibi bir kadındı.”
Fethullah Gülen Hocaefendi, büyükannesinin cömertliğini ise şöyle ifade ediyor:
“Şayet evde her gün birkaç misafir olmazsa, zannımca o müteessir olurdu. Bu cömert kadın, hayvanlardan biriktirdiği o teneke teneke yağı, gelen misafirlere ikram etmekle kısa sürede bitirirdi. Öyle ki o, eve daima bir hoca, meşayih veya sıradan misafir gelsin de, elinde avucunda ne varsa onlara ikram etsin isterdi. Zannediyorum sadece cömertliği ve gözyaşları onun için bir vesile-i necat olabilir.”
Alvarlı Muhammed Lütfi Efendi, onun kardeşi Vehbi Efendi, Taği şeyhlerinden Sırrı Efendi, Şehâbeddin Efendi ve köyün hocaları gibi çevrenin en tanınmış ve sevilen, saygı duyulan insanları Şamil Ağa ve Munise Hanım’ın evinde bambaşka bir alaka görürdü. Ailenin meşâyıh ve ulemadan olan bu zatlara çok derin bir münasebeti vardı. İşte, Fethullah Gülen Hocaefendi, böyle bir ruh ortamında neşvü nema buldu.
Muhterem Hocaefendi, Munise Hanım ile Şamil Ağa’nın birbirlerine çok kuvvetli bir muhabbetleri ve bağlılıkları olduğunu ifade ile: “bütün köyün kendisinden çekindiği o sert adamın eşine kaşlarını çatıp baktığına kimse şahit olmamıştı.” der. Yine, Hocaefendi, annesi Refia Hanım’ın kendisine anlattığına göre, Munise Hanım’ın defaatle “Allah’ım beni bu adamdan bir saat bile geri bırakma.” diye dua ettiğini aktarır.
Gelecek bölüm: Hocaefendi’nin Anne Tarafından Soyu