SESİN NERDE KALDI - HARUN TOKAK
Penceremden dışarı bakıyorum.
Beyaz melekler iniyor göklerden. 'Kardır yağan üstümüze geceden.
Yağmurlu, karanlık bir düşünceden”
Ve ben üşüyorum…
Duymaya alıştığımız sesi duyamıyoruz.
Bir teselli arıyoruz. Bir ses bir nefes arıyoruz.
“Sesin nerde kaldı, her günkü sesin”
Sessiz sessiz yağıyor kar.
Sessizliğiyle bize öyle çok şeyler fısıldıyor ki…
Karın sesini duyuyoruz. İçimizi ısıtan sesini.
Yollara düşüyoruz.
Karlı yollar bizi bir kasaba kütüphanesine taşıyor.
Gurbetteki muhacir öğretmenler karşılıyor bizi.
Kimi Denizli’den, kimi Adapazarı’ndan, kimi Kayseri’den, kimi Erzurum’dan, kimi Malatya’dan, kimi Batman’dan, kimi Balıkesir’den gelmiş.
Kimi tek başına geçmiş Meriç’i, kimi üç çocuğu ile…
Bu elleri öpülesi öğretmenlerin pek çoğu ikinci hicretlerini yaşıyorlar.
Asya bozkırlarında, Afrika çöllerinde ve daha nice mahrumiyet diyarlarında görev yapan bu ışık süvarileri bulundukları bu yeni hicret diyarlarında da boş durmuyorlar. Hem devlet okullarında görev yapıyorlar hem de Hizmet Hareketi’ne ait kültür merkezlerinde hafta sonu kursları veriyorlar.
İçimize bir inşirah doluyor. Bir ses sussa da binlerce ses konuşuyor diyorum.
Gözlerinde baharlar çağlıyor.
Daha önce kendisinden Meriç’ten nasıl geçtiğini dinlediğim bir öğretmenimiz ilişiyor gözüme.
Anlattıkları geliyor gözlerimin önüne.
‘‘Gece, karanlık, sağanak bir yağmur yağıyor. Yağmur, nehir, fırtına ayrılık senfonisi çalıyor.
Çok kalabalığız. Kadınlar, çocuklar da var.
Benim de yanımda üç çocuğum var. Hepsi daha çok küçükler.
Asker pusudaymış. Bir anda ışıklar yandı, silahlar üzerimize çevrildi.
Bir asker arkadaki botun kuyruğundan tuttu hareket etmesini engellemeye çalışırken ayağı kaydı ve suya düştü.
Bot kurtuldu.
Askerler kurşun yağdırmaya başladı. Çocuklarım bağırıyor ‘Anne, biz ölmek istemiyoruz.’ diye.
Ben gözlerimi kapattım, dualar okuyorum.
Nasıl küfrediyorlar. Ben ömrümde öyle küfürler duymadım.
‘Sizi zaten geri itecekler. O zaman görürsünüz ne neler yapacağımızı!’
Neler yapacaklarını sinli-kaflı küfürlerle söylüyorlar.
Çocuklarımın gözleri önünde bu küfürleri duymak bana kurşunlardan daha ağır geldi.
Yunan askeri çok kibar davrandı. ‘Korkmayın, artık özgürsünüz.’ dedi.
Sanki cehennemin kapıları açılmış da kurtulmuştuk.
Buraya sadece sırt çantalarımızla gelmiştik. Hiçbir şeyimiz yoktu. İnanın Ensar aileleri ayaklarındaki çorapları çıkarıp verdiler. Üstlerindeki elbiseleri verdiler. İhtiyaçlarımız tespit edip getirdiler.
Keşke bunlar hiç yaşanmasaydı, cennet gibi bir ülkemiz vardı.”
Her şeye rağmen ülkelerini kendileri için bir anayurt, bir yitik cennet olarak görüyorlar.
Tıpkı Küba’da doğmuş olan ve devrimden sonra ailesiyle Amerika’ya kaçmak zorunda kalan Cecilia Samartin’in “Yitik Cennet” isimli kitabında devrim öncesi Küba’yı “yitik cenneti” olarak gördüğü, ailesi ile birlikte geçirdiği o çocukluk ve genç kızlık yıllarını özlediği gibi; kendi ülkelerini yitik cennetleri gören bu insanlar bulundukları ülkeleri cennetlere çevirmeye azmetmiş bir düzine yiğitler topluluğu.
Yitik Cennet, dünya edebiyatında çokça işlenmiş bir konu.
İngiliz edebiyatının usta kalemlerinden John Milton, Yitik Cennet’inde,
‘‘Cennet’i yitirdik, fakat insan Cennet’i düşlemekten hiçbir zaman vazgeçmedi.” diyor. “İnsan ne kadar acımasız olursa olsun, ne kadar şeytanlaşırsa şeytanlaşsın, yine Cennet şarkıları söylendi, Cennet şiirleri okundu, Cennet tasvirleri yapıldı. Çünkü Cennet bir ‘anayurdu’ simgeliyor.”
Sezai Karakoç’un “Yitik Cennet”inde ise ‘‘Her bir peygamber yitirilmiş cennete açılan bir kapıdır. Peygamberimize gelince o kapı değil cennetin ta kendisidir.” diyor ve yitirilmiş cenneti nasıl bulabileceğimizi anlatıyor;
Yazar Mustafa Yılmaz, “Biraz da Gurbet Düştü” kitabında Fethullah Gülen Hocaefendi’nin “Yitik Cennet”le ilgili bir anısını anlatıyor;
“Fethullah Gülen hocamızın ıstıraplı olduğu günlerden biriydi.
Öyle olmayan bir günü mü vardı?
Koca bir dünyanın yükü omuzlarındaydı.
Dünyanın bütün gam kervanları sanki onun bulunduğu kamptan geçiyordu.
Dün dost ve kardeş bildikleri düşmanca davranıyordu.
Dün dost ve kardeş bilinen zalimler esirdikçe esiriyordu.
Uzun süredir devam eden rahatsızlığı da bir türlü geçmemişti.
Çok istediği halde yaklaşık iki aydır aşağıdaki yemekhaneye bile inemiyordu. Tabii havaların soğuk olması da ayrı bir zorluktu. Üst üste iki üç kat kışlık giydiği halde dizleri, ayakları bir türlü ısınmıyordu. Hele geceleri, yatağa girmesiyle uyuması arasında bazen saatler geçiyordu. Çok zaman da uyumuyor, çıkıp iki kelam edecek birilerini arıyordu.
O gün bir tepsi içinde önüne konulan yemekten iki veya üç kaşık aldı.
‘Soğuk almışım. Çay falan içemeyeceğim. Uyuyabilirsem istirahat etmek istiyorum.’ dedi ve odasına çekildi.
İkindi namazı için odasından salona çıktığında dinlenmek bir tarafa biraz hastalıktan biraz da uykusuzluktan neş’et eden yorgunluk nûranî simasına aksetmişti. Gözleri bile yorgundu. İhtimal yine uyuyamamış, dinlenememiş ve kim bilir iki saatin içinde beş-altı tane atlet değiştirmiş, belki bir-iki defa bornoza sarılıp terini kurutmak için uğraşıp durmuştu.
İkindi namazı kılındı.
Namazdan sonra koltuğuna oturdu.
Bütün gözler ona çevrildi.
‘Öğleden sonra içeri odaya geçtiğimde, azıcık içim geçmiş; o esnada da bir rüya görüyormuşum…’ dedi.
Gördüğü rüyaları çok defa anlatmazdı. O gün nasılsa bu rüyayı paylaşmak istemişti.
‘Namaz kıldırıyormuşum.’ diye başladı anlatmaya. ‘Saflar arasında babamı da gördüm. Başka tanıdığım bir-iki zat daha vardı. Namazda da Fil suresini okuyordum.’
Sonra kısa bir süre sustu.
‘Rüya tabirlerinden bir bakalım tabiri neymiş?’ dedi.
Bir arkadaşımız rüyanın tabirine baktı. Rüya Tabirleri kitabı şunları yazıyordu: ‘Rüyada Fil suresini veya ondan bir parçayı okuduğunu görmek, düşmanlık besleyenlerin dağılıp parçalanmasına, zafere ve hacca gitmeye işarettir. Rüyada babasını gören kimse muradına erişir. İnsanın gördüğü en hayırlı rüya, anası, babası, dedesi ve akrabalarını gördüğü rüyadır. Şayet rüyayı görenin herhangi bir yitiği varsa onu bulur, hasta ise iyileşir.’
Rüya güzeldi, sevindiriciydi, ümide pencereler açıyordu...
‘Yitik cennet’ adına bir hasret ve daüssıla sesi veriyor, bir umut ve vuslat duygusuyla tülleniyordu.
Salonda bulunan herkesin yüzüne bir anda sevinç tebessümleri yayıldı.
‘Elhamdülillah!’ diyordu bazıları, kimisi de ‘Amin Yâ Rabbi!’ diye dua ediyordu. Çünkü hepsi de, rüya sahibinin hastalıklarının bir an önce gidip sıhhatine kavuşmasını candan arzuluyordu.
Rüyanın tabiri okunup bitene kadar Hocaefendi’nin gözleri dolmuş, gözyaşları birer-ikişer kendilerini salıvermeye başlamışlardı bile. Zaten çok defa bir kelime, bir hüzünlü bakış, bir Efendiler Efendisi’ni hatırlatış, bir şanlı maziyi anış, bir içten yakarış onun gözyaşı barajının önündeki setleri yıkmaya yeter de artardı bile.
Gözyaşlarına iki dudağının arasından sızan şu birkaç cümle eşlik etti:
“Benim, yitiğimi bulmam çok zor. Çünkü, benim yitiğim hepimizin yitirilmiş cennetidir.
Son asırlar bizim için yitikler tarihi oldu. Ne çok kaybımız var. Maalesef en acısı da kayıplarımızı arama duygusunu da yitirdik!..
İlk yitirdiğimiz şey…
İhsan şuuru…
Allah tarafından görülüyor olma çizgisinde bir kulluk yaşama…
Hep beni görüyor. Nasıl davranmam lazım benim? Kahkaha atmak, acaba O’na karşı bir saygısızlık olur mu?
Yitirdiğimiz şeylerden biri de gözyaşları…
Bir diğeri…
Yüksek bir gâye-i hayal duygusu…
Nedir o?
Allah’ın ve Rasûlü’nün adını bütün dünyaya duyurma sancısı…
Yitirilen şeyler…
Âhiret yörüngeli yaşama duygusunun yoğun bakıma kaldırılması…
O kadar çok yitirdiğimiz şey var ki!.. Fakat bunların içinde en acı olanı, yitirdiğimiz şeyleri geriye dönüp arama duygusunu yitirme.
İşte beni asıl düşündüren budur. Diğer yitiklerime gelince onlara zerre kadar bile ehemmiyet vermem. -Zaten başka bir şeyim de olmadı ki, onları yitirmiş olayım. -Kendimi bile yitirsem Allah şahit ki aklıma gelmez. Yeter ki, biz, bir an önce kaybettiğimiz asıl yitiğimizi bulalım!
Bulunduğunuz ülkelerdeki insanlar size imrenerek bakacaklar. ‘Yahu bunlar ne güzel, böyle ütopyalarda olduğu gibi sessiz bir dünya kuruyorlar!’ diyecekler. Yitik cennetlerini sizinle bulacaklar.”
İnsanlık bir kere daha yitirilmiş cennetini bulacak mı bilemiyorum ama bizim yitiğimiz çok büyük.
Kollarını bir makas gibi açarak yitik cennetin yollarını gösteren yiğidimizi kaybettik.
O bizim yolumuzu aydınlatan, içimizi ısıtan ikbal güneşimizdi.
Penceremden dışarı bakıyorum.
Beyaz melekler iniyor göklerden.
'Kardır yağan üstümüze geceden.
Yağmurlu, karanlık bir düşünceden”
Ve ben üşüyorum…
Düşündükçe içim üşüyor, yüreğim titriyor.
Bu sene karın erken gelmesi de gösteriyor ki bu kış çok üşüyeceğiz.
Hem de çok…
En çok da duymaya alıştığımız o sesi duyamayışımız üşütüyor bizi.
“Kalk ey yiğit uykudan” diyen sesi...
“Hiç durmayınız küheylanlar gibi koşunuz” diye haykıran sesi...
Sessiz sessiz kar yağıyor.
Gecenin karanlığından, karların arasından, bütün kıtalardan bir ses yükseliyor;
“Sesin nerde kaldı, her günkü sesin”