Yakup Saygılı'nın mektubu şöyle:
Rıza Sarraf her şeyden önce bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır. Ülkemizde hakkındaki vahim iddialarla ilgili etkin bir soruşturma ve kovuşturma yapılmadan dosyası kapatılmıştır.
Hemen hemen aynı suçlamalar ve tarih aralığındaki eylemleri ile suçlanıp yabancı bir ülke tarafından yargılanacak olması, ülkemizin yargı sistemi açısından utanç verici bir durumdur. Ülkemiz bu duruma düşmemeliydi.
İddianame olarak medyaya yansıyan belgeyi inceledim. Bir ön iddianame veya basın için hazırlanmış not diyebiliriz. Oldukça detaysız bir iddianame özeti. Bu nota göre değerlendirme yapmak için hala vakit erken ancak yine de bazı ipuçları vermektedir.
Hukukta mülkilik sistemi vardır. Buna göre her ülke, başka ülkenin yargı sistemine ve verdiği kararlara saygı duyar. Ancak bu ülkenin gücüne ve niyetine göre kağıt üzerindedir.
Bu örnekte "Sarraf Türkiye'de yargılandı ve aklandı, dolayısıyla Türkiye'yi ilgilendiren bir konu olursa ABD, evrakı TR'ye yollar. Konu bundan ibarettir" denemez. Bu milleti kandırmaktır. Bir defa yargı sistemimiz Sarraf ve 3 Bakanla ilgili dosyayla ilgili "kovuşturmaya yer olmadığı kararı" vermiş, dava açmayarak, kişilere aklanma hakkını kullandırmayarak dosyayı kapatmıştır. Yani adli kolluğun savcı emri ve mahkeme kararına göre topladığı delillerin bağımsız bir mahkemede hakim huzurunda tartışılmasına izin verilmemiştir. Bu durumda Sarraf ve iddia edilen suç grubu yargılandı denemez.
Kamu vicdanı Sarraf'ın aklandığını kabul etmez.
Bu dosya ile ilgili Cumhuriyet Savcısı dava açmaya gerek görmemiştir. Evet böyle bir yetkisi vardır. Ancak bu kararı veren savcı, 18 Aralık günü yeni operasyondan 1 gün sonra dosyaya apar topar atanmasına rağmen, dosyadaki deliller karşısında şüphelileri tutuklamaya sevkeden savcıdır. 3 ayrı aylık tutukluluk incelemesinde "tutukluluğun devamı" yönünde mütalaa veren savcıdır. Aynı zamanda da 3 Bakanla ilgili TBMM'ye dosyayı yollayan ve Yolsuzluk Komisyonu kurulmasını isteyen savcıdır.
Yaptığı bütün bu işlemlerin, daha sonra verdiği takipsizlik kararı ve gerekçeleriyle çelişmediğini söylemek mümkün değildir. Kanuna uydurulan bu işlemin hukuka uygun olmadığı kanaatindeyim. Zaten bu duruma da yazılı olarak itiraz ettim.
Günümüzde yaşadığımız durum, ülkemizde kurumların artık tamamen siyasete endeksli çalışmasının sonuçlarından biridir. Halbuki işlenen suçlar ülke sınırlarında kalmıyor artık. Özellikle Anayasal suçlarda. Para transfer yöntemlerinde mecburen uluslararası bankacılık işlemlerini kullanıyorsunuz. Bu durum, ülkesinin para biriminin takibini yapan ve global çapta transfer bilgilerini kontrol edebilen ülkelerin koydukları filtrelere takılıyor. ABD Doları ile yaptığınız büyük para transferlerinin ABD tarafından izlenmeyeceğini düşünmek hayalcilik ve saflık olur. Değilse kendini dokunulmaz görmenin zaafıdır.
KİMSE DOKUNULMAZ DEĞİLDİR. GEÇİCİDİR ve SUÇ İŞLEME ÖZGÜRLÜĞÜ YOKTUR.
BM'nin yaptırımları herkesi bağlar. Kimse delemez. Delerse de sonuçlarına katlanır. Bir ülke, başka bir ülkenin tek taraflı aldığı yaptırımları tanımayabilir. Çünkü kendi ekonomisi zarar görebilir veya çıkarlarına ters olabilir. Bu sebeple ABD'nin tek taraflı yaptırım kararına ülkemizin yüzde 100 uymasını beklemek doğru değildir. Her ülke öncelikle kendi çıkarlarını korur. Ancak bu durumun da herhangi bir sonuç doğurmayacağını düşünmek doğru değildir. Sonuçları mutlaka olur. Bireyler için ayrı, ülkeler için ayrı.
Bireyler açısından doğuracağı sonuçlar ise ağır olabilir. Çünkü yaptığınız para transferinde ABD'nin para birimini ve bankacılık sistemini kullanıyorsunuz. Hatta bu suç delili olduğu iddia edilen bilgileri ve mektupları da sunucuları bu ülkede olan e-posta hizmeti veren şirketler aracılığıyla gönderiyorsunuz. Belki bu da yetmiyor, yine sunucuları bu ülkede olan ve akıllı telefonlar için üretilmiş anlık mesajlaşma programları ile haberleşiyor, dosya paylaşıyorsunuz. Bu durumda yaptığınız bu işlemlerin ABD güvenlik ve istihbarat birimlerinin ağına takılmayacağını düşünmek için ciddi bir özgüvene sahip olmak, garanti almış olmak ya da kendini dokunulmaz görmek gerekir.
İddia edilen konulardan bazıları ABD aleyhine Banka Dolandırıcılığı yapmak, kara para aklamak suçlarıdır. Finans sözkonusu ise ülke sınırları işe yaramaz. 10 saniyelik bir internet işlemi ile dünyanın diğer ucuna para transfer edebilirsiniz. Ülke sınırları sizi sadece ülke içindeyken yabancı bir güce karşı koruyabilir. İçeride de sizi yargılayabilecek bir güç yoksa, ülke içinde müreffeh bir hayat yaşayıp, hatta hayırseverlik düzeyinde faaliyet yürütüp, hükümet bülteni gibi çıkan medyada devlet büyüğü muamelesi görebilirsiniz.
ABD, kendi topraklarına -anlaşma olsun olmasın- kendi rızası ile giden bir TC vatandaşını tutuklamıştır. Çünkü kendi ülkesinin kanunlarını ihlal eden bir yabancıdır. Bu durum, bizim kanunlarımızı ihlal eden bir yabancıyı ülkemizde yakalayıp gözaltına almamız gibidir. Sarraf, ABD kanunlarına göre yargılanacaktır. Adil yargılanacağına dair şüpheler olmasa (idam vb. olmasa) talebi halinde İran'a iade bile edilebilecektir. Çünkü bildiğim kadarıyla hala aynı zamanda İran vatandaşıdır. Ancak bunu yakın bir ihtimal olarak görmüyorum. Suçlandığı konular oldukça ciddi ve ABD tarafından "Ulusal Güvenlik" kapsamında değerlendirilmektedir.
"Gerçek ortaklara mesaj" ibaresi şık bir ifade değildir. Evet etkili bir mesajdır ancak konuyu hukuk düzleminden çıkarabilecek bir niteliğe de sahiptir. En azından bizim hukukumuza göre böyle bir metnin hukuki olmadığı söylenebilir. Şu anda yargılandığım 25 Aralık iddianamesinde de çok daha fazla siyasi söylem olsa da, bu durum yukarıdaki cümleyi de bizim iddianamemizdekileri de makul yapmaz. Ancak burada devam eden soruşturmanın görüldüğü kadar değil, çok daha ötesine geçeceği anlaşılmalıdır. Mutlaka sonuç doğuracaktır. Muhatapları da mesajı almıştır.
Türkiye, İran'dan tabiki doğalgaz ve petrol alacaktır. Türkmenistan petrolünü ülkemize getirmek ve/veya İran'dan petrol almak ülkemizin çıkarına uygun ise tabii ki çıkarlarımızı düşüneceğiz. 17 Aralık soruşturmasındaki odaklanılan konu ülkemizin kimden, neden ve neye rağmen petrol aldığı değildi. -Varsa- bir devlet politikasının doğruluğunu yanlışlığını araştırmak adli kolluğun görevi değildir. Soruşturma sırasında altın ticareti, hayali ihracat gibi hileli yollar kullanılırken kamu görevlilerine rüşvet verilmesi ile bu yöntemlerin oluşturduğu kara paranın yönü araştırılmıştı.
Soruşturma sırasında bu hileli yolların İran'a para transferinin sağlanması sebebiyle yapıldığı da görülmüş ve sebepleri ortaya çıkmıştır. İlerleyen safhalarda ise finansın kaynağından İran'a ulaşana kadarki tüm safhaları ve yöntemleri deşifre edilmiş, bu işlemleri kolaylaştırarak kendisine menfaat sağlayan bürokrat ve politikacılar ortaya çıkmıştı. Aslında konu, TC kanunlarınn suç saydığı fiilleri yapanların, kanunun görev verdiği birimler tarafından ve kanunun yetki verdiği yöntemlerle tespit edilmesinden ibaretti. Tıpkı şu anda ABD'de olduğu gibi.
Medyaya yansıyan basit bir iddianameyi okuyunca 17 Aralık dosyasında kısa bir gezintiye çıkmış gibi oldum. İsimler, şirketler, kişiler hepsi tanıdık geldi.
Bir soruşturmanın fezlekesi 500 sayfa ise, o fezlekeyi yazabilmek için yapılan dinleme, izleme, banka dökümleri, kurum yazışmaları, bilirkişi raporları, ikamet ve işyeri arama ve sonuçlarına ilişkin tutanaklar, dijital metaryal inceleme raporları gibi belgelerin onbinlerce sayfa olduğunu (hatta yüzbinlerce) varsayabilirsiniz. Kamuoyu iddianameyi bilir. Belki biraz da fezlekeyi. Ancak genelde dosya ekleri olan yüzbinlerce sayfalık döküman bilinmez. Hele bir de takipsizlik kararı verilip dosya alel acele kapatıldıysa bunları kimse bilmez.
Basına yansıyan ABD'deki iddianame içeriğindeki birçok konu, 17 Aralık dosyasında mevcut. Öyle ki ABD'deki iddianamede isimleri CC olarak kodlanan kişilerin kimliklerini 17 Aralık dosyasının tamamını bilen bir kişi rahatlıkla öngörebilir. Buna yurtdışındakiler de dahildir.
17 Aralık soruşturması 2012-2013 tarihleri aralığında çalışıldı. ABD'nin 2010-2015 aralığında çalışıldığı yazılıyor basında. 17 Aralık sabahı el konulan ve incelemesi yapılan dijital materyallerle, işyeri aramalarında o kadar çok SWİFT işlemi çıktısı, mail, not, muhasebe ve işlem kayıtları, çizelgeler, belge formatları ve asıllarına rastlandı ki 2012 öncesi ile ilgili anlamlandırılamayan bir çok olay net bir şekilde anlaşılmıştı. Üstelik bunlar 1 gün içinde yapılan ön incelemelerdi.
- Bunlardan biri şu anda Sarraf ile gözaltına alınan JAMSHİDY idi. Ofisinde arama yapılmış ve hiçbir soruşturmada rastlayamayacağınız kadar belge ortaya çıkmıştı. Kendisi ilk gözaltı listesinde olmadığından kaçmıştı. O delillerin aslı Türkiye'de. JAMSHİDY, Sarraf'ın tüm transfer işlemlerini takip eden kişiydi.
- Sarraf ve ekibinin para çevirme oyununu, 2012 öncesi hangi banka vasıtasıyla yaptığı ortaya çıkmıştı.
- Yine ABD iddianamesinde geçen Durak Döviz (Yeni adı Duru Döviz) meşhur Gana altınlarının resmi evraktaki alıcısıydı.
- Al Nafees ile ilgili bu firmaya ait para transferini ve paravan firmaları da içeren birçok belge ele geçirilmişti.
- NEJAFZADE de dosyanın içeriğinde bulunmaktadı ve hatırı sayılır bilgiler vardı.
- İddianamede Çin'de kurulu şirketlerden bahsediliyor. Bu şirketler -tabi aynı şirketlerse- bize oldukça tanıdık. Çünkü Çin'de Bakan düzeyinde referans mektubu yazdığımız ve kefil olduğumuz 5 şirket vardı. Her ne kadar yeni Bakan yalanlasa da çıkıyor işte ortaya. Ayrıca Rıza Sarraf'ın kötü bir alışkanlığı vardı (bir kriminal tip için). Tüm işlemleri, adamları ile sunucuları ABD'de bulunan mail ve mesajlaşma proframları ile paylaşıyordu. Referans mektupları (2), ABD'deki dosyadan çıkarsa hiç şaşırmamak lazım. Antetli ve Bakan imzalı mektuplar. Bakanlık düzeyinde bu usulsüzlüğe destek veren durumuna düşürebilir bu konu ülkemizi. Yeni Bakan "yok" deyince yok olmuyor bir belge. Belge önce küresel dolaşıma giriyor, sonra muhatabın telefonuna veya bilgisayarına ulaşıyor. İlgili Bakan'ın bu mektuplar karşılığında Sarraf'ın şirketlerinin Çin'deki tüm bürokratik ve güvenilirlik sorununu hallettiğini ve karşılığında sadece 200 bin ABD Doları aldığını da 17 Aralık dosyasında görmek mümkün. Bu paravan şirketlerden yapılan bütün işlemlere dair belgeler 17 Aralık dosya eklerinde mevcuttur.
- 2012 öncesi Sarraf'ın hangi bankalarla çalıştığı ve bu işlemler için kime 500 bin ABD Doları para hediye ettiği de dosya eklerine yansımıştı. Bu bankanın sahipleri, yöneticileri ve buna teşvik eden devlet görevlileri açısından da sorunlarla karşılaşılabilecektir.
17 Aralık, adli kolluğun, mevzuatın izin verdiği, oldukça sınırlı bir aralıkta elde ettiği delillerle yapıldı. Örnek olarak; biz ülkemizdeki A bankasından B bankasına giden para trafiğini tespit edebiliriz ancak Çin'den Hindistan'a, oradan Şili'ye giden para trafiğini göremeyiz. Ancak Şili'den A bankasına gelirse Şili'yi görürüz. Çin ve Hindistan'ı göremeyiz. Dünya çapında para transferine izin veren SWİFT sistemini ABD izleyebiliyorsa, transferin Çin Yuan'ı veya ABD Doları veya TL olmasının veya hangi ülkeler arasında yapıldığının bir önemi yok. ABD kendi para biriminin takibini yapar. Kendi bankalarından geçen tüm trafiği de kontrol eder. Bu, zaten dünya ticaretinin önemli bir kısmı demektir. Bu durumda ABD'nin diğer ülkeler karşısındaki baskınlığı da hesap edildiğinde para transferini küresel çapta izlemesi ve alarm mekanizmalarını koyması kimseyi şaşırtmamalı.
ABD'deki operasyonun elbette hukuki ve siyasi sonuçları olacaktır. Konu devletlerarası ilişkilerse salt siyasi veya salt hukuki süreçten bahsedemeyiz. Birbirlerini etkileyeceklerdir. Sarraf'ın karakutu olduğu yazılıp çiziliyor. Asıl karakutu 17 Aralık dosyalarının eklerindeki binlerce belgedir.
Sarraf'ın gidişi, Cevat Zarif'in sürpriz Türkiye ziyareti ve Başbakan'dan önce Cumhurbaşkanı ile görüşmesinin hemen arkasından olması ve tam da soruşturmada gerekli adamları ile ABD'ye gitmiş olması elbette tesadüf gibi görürmüyor.
ABD hukukundaki "anlaşma" sistemi ile bu konu mesafe alacaktır diye düşünüyorum. Bu durumda ABD'nin niyeti ve verilecek tavizlere göre olayın seyri değişecektir. Geçmişte Deniz Feneri olarak bilinen soruşturmalarla olumsuz, tecrübelerimiz var. Aynısı olmayacağını düşünüyorum. İran'ın, Zencani'nin Türkiye'deki mal varlığının peşine düşmesi ile ABD'nin Sarraf'ın Türkiye'deki mal varlığının peşine düşmesi arasında oldukça farklar var. Hatırlarsanız, ABD'nin ısrarı ile BM'nde Terör Örgütleri ve terörizmi finanse eden kişi ve kuruluşların mal varlığının dondurmasına tedbir kararı ( BMGK, 1267/1999, 1333/2000, 1373/2001 sayılı kararlar) kapsamında Yasin El- KADI'nın 22.12.2001 tarihi ve 2001/348 sayılı kararıyla Bakanlar Kurulumuz malvarlıklarını dondurmuştu. Ülkemize girişi yasaklanmıştı. Halbuki dönemin başbakanı bir kanalda canlı yayında kendisine kefil olmuş ancak yine de yaptırımlar kaldırılmayarak -en azından kağıt üstünde- 2012 yılına kadar uygulanmıştı(1). Yani ABD'nin yaptırım gücü vardı ve kanunda Rıza SARRAF'ın ülkemizdeki amaçları, ortakları, malvarlıkları, rüşvet verdiği kişiler açısından ciddi sonuçları olacaktır. Bu sonuçlar illa ki kişilerin ellerine kelepçe takılması olarak algılanmamalı. Yaptırımların bir sürü çeşidi var. Ancak mutlaka olacaktır.
Sorun, aslında ne yaptığımızda değil, nasıl yaptığımızda. Finansal konular, küresel konulardır. Siz bir savaş gemisi ihalesi açarsınız. Bu ihaleyi bir Türk şirket kazanır. O da alt yönetici olarak bir İspanyol şirketle anlaşır. Uluslararası bir kuruluştan kredi alır. İki işlem sırasında ihaleye fesat karıştırıldığı ortaya çıkarsa bu konu artık lokal bir sorun olmaktan çıkar (Örnek tamamen hayali). Biz sanırım bu konuyu yeterince kavrayamıyoruz ya da gerçekten küresel bir oyun kurucu olacak güçte görüyoruz kendimizi. Güçlüyseniz haklısınızdır uluslararası alanda. Keşke öyle olsak. Ben de çok arzu ederim bunu. Finansal kayıtlar, izi sürülebilir kayıtlardır. Konu bir süre sonra arka bahçedeki sorun olmaktan çıkar. Egemen bir ülkeyiz. Buna göre dizayn edilmiş bağımsız bir yargı sistemimiz olmalı bu sorun daha arka bahçemizdeyken bunu kendimiz çözmeliyiz. 17 Aralık'ta da kendimiz çözmeliydik. Halbuki şüphelileri yargılamak yerine soruşturma yapanları cezaevine atıp yargılamayı seçtik. İnsanın kendi ülkesi yerine, başka bir ülkede adaletin tecelli edeceğini düşünmek durumunda kalmasını son derece üzücü ve ibret verici buluyorum.
17 Aralık'tan günümüze, iktidarın yolsuzluk soruşturmalarını kapatma eğilimi, ülkemizi ve vatandaşlarımızı siyasi ve hukuki olarak müdahaleye açık hale getirmektedir.
Bu soruşturma bırakın eski bakanları, yeni bakanları bile etkileyebilir. Ülkemizin artık sorunlarının üstünü kapatıp sorunları işaret edenleri dövmek yerine, sorunlarını kendisi çözen, yüzleşen bir kaideli hukuk devletine dönmesi gerekir.
Adli olarak takip edilen 17 Aralık, Sıtkı AYAN, 25 Aralık gibi dosyaların alelacele kapatılıp soruşturmada görev alanlara operasyon yapılıp cezaevine tıkılmaları hiçbir şeyi çözmedi. Tamamı uluslararası boyutu olan bu dosyalarla yüzleşmediğimiz sürece her an bir yerden tekrar çıkıp uluslararası alanda ülkemizi zor durumda bırakma riski ile karşı karşıya kalacağız. Bu da ülke olarak bizi müdahaleye açık hale getiriyor.
Bu dosyanın nerelere uzanacağını ABD'nin niyeti belirler. Türkiye "bizi ilgilendiren bir durum yok" dese de mutlaka konu ile ilgilenecektir. Ancak belirleyici rol ABD'dedir. Yapacak gücü de vardır. Ancak ülkemize vereceği mesajda ne ile yetineceğini zamanla göreceğiz. Sürecin siyasetten tamamen bağımsız ve salt hukuk düzleminde ilerleyeceğini düşünmüyorum.
Bu işlem İran'ın yeni yönetiminin de işine yaramış durumdadır. Hem ülkelerindeki muhalefete karşı güçlenmiş hem de ilişkilerini düzelttiği ABD ile adli işbirliği yapabilecek bir durumda gelmiştir. Vatandaşı olduğu için iadesini bile isteyebilir. Ancak bence bu mümkün değil. ABD'nin de İran'ın da Sarraf'ın malvarlığının peşinde olması, Sarraf'ın yıllardır kimlerle çalıştığını, ortaklarını, şirketlerini, hayali ihracatını, paravan firmalarını yeniden gündeme getirecektir.
Doğru zamanda doğru insanlarla ABD'ye gitmesi, anlaşma yaptığı veya anlaşma peşinde olduğu imajını çiziyor. Zaten buna muhtaç.
Ben ve ekibim Rıza Sarraf ve ekibine dokunduk, El Kadı ve diğerlerine dokunduk, sonuçta cezaevindeyiz. Beni cezaevine Türkiye Cumhuriyeti yargı sistemi attı. Dışarı çıkmak için bir başka ülkenin yargı sisteminden medet ummam. Bağımsız bir yargı karşısında veremeyeceğim hiçbir hesabım yok. Başım dik bir şekilde cezaevine girdim. Adil bir yargılama gerçekleşirse başık dik bir şekilde çıkarım.
Rıza Sarraf açısından adaletin tecellisi benim değil ülkemin sorunudur. Dünya artık ona bir cezaevi. Bu durum, alkışçıları, destekçileri, nemalandırdıkları ve onu aklayanlara ders olmalıdır ancak olmayacaktır. Güç sahipleri, 15 yıldır her olaydan nasıl sıyrıldılarsa, yine bu olaydan da sıyrılabileceklerini düşünecek ve taarruz stratejisi izleyeceklerdir. Bu dosyanın takipçisi, kendisini hukuk devletinin bir parçası gören muhalefetinden medyasına ve STK'larına kadar her kesim olmalıdır. Göstermelik hareketler yerine, önce 17 Aralık dosyasında ve eklerinde neler olduğu iyi tespit edilmeli, ondan sonra ABD'deki dosyanın takipçisi olunmalıdır. Ortada 17 Aralık ve 25 Aralık yolsuzluklarını ortaya çıkardığı için darbeyle suçlanıp cezaevine atılan ve haklarında darbeye teşebbüs ile ilgili 2 yıldır hiçbir somut delil gösterilmeyen kamu görevlileri gerçeği yokmuş gibi davranmak, onları yok saymak, temastan kaçınmak, bırakın dosyayı onlardan dinlemeyi, ülkemizde böyle bir olay hiç olmamış gibi davranmak gibi bir samimiyet sorunu da vardır. Ya da korkuya teslim olmuşluk da.
Süreç açısından önemli olan: Yolsuz ve hırsızların yaptıkları değil kendini dürüst olarak tanımlayanların yapmaları gerekip yapamadıklarıdır. Yoksa zorbaların yaptıkları yeni bir şey değildir.
Yakup Saygılı
Silivri Cezaevi
DİPNOT
1) Gerçekte uygulanıp uygulanılmadığı ile TR'nin BM Güvenlik Konseyi kararını delip delmediği ise 25 Aralık konusunda ortaya çıkacaktır. (BMGK kararı AY. MD. 90'a göre ülkemizde kanun hükmündedir.)
Kaynak: NOKTA Dergisi