Geçen cumartesi günü "Yedi dilli, yedi dinli, yedi renkli, kültürler kavşağı," sevgili
Mardin'deydim.
Bu defaki gidiş nedenim, Mardin Belediyesi ve
Artuklu Üniversitesi'nin desteğiyle, üniversitenin konferans salonunda düzenlenen "
Türkiye'nin Yeni
Anayasa Arayışı: Felsefe, Yöntem ve İçerik" başlıklı panellerdi. AKP Mardin milletvekili Cüneyt
Yüksel'in girişimiyle düzenlenen panellerde
TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr.
Burhan Kuzu, 2007 seçimleri öncesinde
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın isteği üzerine hazırlanan anayasa taslağını hazırlayan profesörler kurulunun başkanı
Ergun Özbudun, üyeleri
Serap Yazıcı ve
Levent Köker yanında Cüneyt Yüksel ve ben söz aldık.
Vali Hasan Duruer ve Artuklu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.
Serdar Bedii Omay'ın açış konuşmalarıyla başlayan, Mardinlilerden büyük ilgi gören toplantının, bütün iyimserliğimle bende bıraktığı izlenim, Türkiye'nin insan haklarına ve farklılığa saygıyı esas alan,
sivil ve demokratik bir anayasaya kavuşması için
yurt sathında bir kampanyanın start almasıydı.
Prof. Dr. Özbudun, 12
Eylül askeri yönetiminin kabul ettiği anayasanın, neredeyse ilk günden eleştirilmeye başladığını, 1987'den bu yana maddelerinin neredeyse yarısının değiştirildiğini, ama bürokratik
vesayetçi
felsefesinin yerinde kaldığını, bu yüzden Türkiye'nin yaklaşık 30 yıldır "kronik anayasa krizi" yaşadığını, bu krizin artık "akut" bir hal aldığını söyledi. Anayasa profesörleri, milli iradenin temsilcisi olan TBMM'nin anayasayı değiştirmeye de, yepyeni bir anayasa yapmaya da yetkili olduğunun altını çizdiler.
Prof. Dr. Burhan Kuzu, kısmi bir anayasa değişikliğinin kaçınılmaz hale geldiğini, hükümetin bu konuda parlamentoda mutabakat arayışını sürdüreceğini, aksi takdirde referanduma gidileceğini anlattı. Bu girişimin de
Anayasa Mahkemesi tarafından engellenmesi halinde, anayasanın değişmesi için "bol bol dua etmekten başka çare kalmayacağı" şeklindeki esprisi, herkesi güldürdü...
Mardin'de geçirdiğim gün boyunca, beni en çok düşündüren açıklama ise bir gün önce Ankara'dan geldi.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı
Abdurrahman Yalçınkaya, "Her parti için
kapatma davası açılıp açılmayacağı kendi fiilleriyle ölçülür. Bunu partiler zaten hisseder..." dedi. Herhalde bununla hissettirmek istediği, AKP hakkında ikinci bir
kapatma davası açma hazırlığı içinde olmasıydı. Başsavcının sözlerinin bana göre, Türkiye'de
demokrasiyle, halkın iradesiyle alay edilmesinden başka bir anlamı yok.
Bu sözleri okuyunca, Türkiye halkı, Türkiye'nin tek tek yurttaşları olarak buna müstahak mıyız, diye düşündüm. Şunu açıkça ifade edeyim: Yaklaşık 60 yıllık
Avrupa Konseyi üyeliğinden sonra hâlâ daha, tek başına partiler aleyhine kapatma davası açma yetkisine sahip bir başsavcının olduğu; Anayasa Mahkemesi'nin kendini anayasanın üzerinde gördüğü; "şiddeti
savunma ve
uygulama" dışında kalan gerekçelerle partilerin kapatılabildiği bir ülkenin yurttaşı olmaktan (bunların ülkemde özgürlüğe ve refaha verdiği zararlarla ilgili tüm üzüntülerim bir yana) hicap duyuyorum. Duygum bu. Ya fikrim? O da şöyle: Eğer Başsavcı AKP hakkında yine şu veya bu gerekçeyle kapatma davası açacak, Anayasa Mahkemesi de partiyi kapatıp Tayyip Erdoğan'a siyaseti
yasaklayacak olursa, AKP yerine kurulacak olan parti, yapılacak ilk seçimi bu defa % 47 değil % 65 oyla kazanır, iktidara gelir, ne yasak bırakır, ne de 1982 anayasası...
Demokrasimiz üzerinde otoriter milliyetçi ve laikçi vesayeti sürdürmek isteyenlere söyleyeceğim şu: Türkiye halkı, artık sahici bir demokrasi istiyor. AKP'nin ya da vesayet düzenine son verip Türkiye'yi özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasi olarak yeniden inşa etmek isteyecek herhangi başka bir partinin iktidara gelmesini önlemek istiyorsanız, bunun yegane yolu askeri diktatörlük kurmaktır. Bunun da bildiğimiz şekliyle Türkiye'nin sonu demek olacağının umarım farkındasınız.