Kur'ân-ı Kerim, nasıl Efendimiz'in risaleti ve sunduğu mesaj mevzuunda hassasiyet gösteriyor, sahabe-i kiram da, aynı şekilde O'ndan gelen her şeyi kemal-i hassasiyetle kabulleniyor, korumaya alıyor ve neşrediyorlardı. Kur'ân-ı Kerim'in tabiriyle, O'ndan gelen her şeyi “içiyor” gibi alıyor ve belliyorlardı.
Dolayısıyla, sünnet mevzuunda çok titizdiler. Nasıl titiz olmasınlar ki, Kur'ân-ı Kerim, meseleyi bir iman mevzuu olarak ele alıyor ve; “Hayır hayır; Rabbi'ne andolsun ki, aralarında anlaşmazlığa bâdî meselelerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde en ufak bir burkuntu duymadan ve tam bir teslimiyetle sana teslim olmadan iman etmiş olmazlar.” (Nisâ, 4/65) buyuruyordu.
Onların yaşadıkları hayatın saniyeleri, saliseleri, âşireleri hep bu hassasiyet içinde geçiyordu. Hayatlarını bu ölçüde bir hassasiyet içinde geçiren insanların, O'nun sünnetine karşı lâkayt kalmaları düşünülemez.
Şimdi, bir-iki misalle bu hususu biraz daha açalım:
Üsâme Seriyyesi
Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerinde teşyî' buyurdukları en son seriyyeleri, Üsame Seriyyesi olmuştu. Mübarek hayatlarının son günlerinde, Roma üzerine göndermeyi kararlaştırdığı ordunun kumandanlığına, “Evlâdım!” deyip evinde büyüttüğü Mute kahramanı Zeyd İbn Hârise'nin o çok sevdiği ve kucağında büyüttüğü oğlu Üsame'yi getirmişti.
Üsame'nin emrine verilen bu ordu içinde, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman gibi namlılar da vardı. Ordu hareket etmeden önce Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) rahatsızlanmışlardı. Medine dışında hareket hazırlıkları yapılıyordu ki, hastalığın ağırlaştığı duyuldu...
Bunun üzerine, Üsame sancağı getirip O'nun kapısının önüne dikti ve huzura girdi. Efendimiz artık konuşamıyordu. Üsame diyor ki: “Ellerini semaya kaldırdıktan sonra üzerime indirdi. Bana dua ediyor olduğunu anladım.” Bu esnada Efendimiz'de biraz iyileşme emareleri belirince, Üsame yola çıkmak üzere ayrıldı. Tam orduya hareket emrini verdiği sırada idi ki, Güneş'in, İki Cihan Güneşi'nin gurubu haberiyle her yan inledi.
Hz. Ebû Bekir halife seçilince, o yanık sinelerin iniltileri arasında hemen bu işi ele aldı. Öyle kritik bir andı ki, vefat haberi sağda-solda duyulur duyulmaz, bazı yerlerde irtidat hâdiseleri başgöstermişti. Müseylimetü'l-Kezzab, Esvedü'l-Ansî ve daha niceleri Efendimiz henüz hayatta iken, peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkmışlardı. Bunlar, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vefat haberini alınca, her tarafta fitne ateşlerini körüklemeye başladılar.
İşte İslâm ordusu tam bu hengâmede, her zaman Medine üzerine gelebilecek olan Bizanslılara karşı gönderilecekti. Orduyu Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) hazırlamış; sonra da; “Üsame ordusu'nu gönderin.” buyurmuştu. Sahabe ve başta Hz. Ebû Bekir, başka mülâhazalarla O'nun emrinden kıl kadar sapamazlardı. Halife-i Müslimîn; “Vallahi, canavarlar dört bir yandan üzerimize saldırsalar, Resûlullah'ın dalgalandırdığı bu bayrağı indirmek istemem.” diyerek, orduya hareket emri verdi. Hem de o ordunun teşyî'ine hususî bir önem vererek; öyle ki, genç komutan at üstünde giderken, kendisi yaya olarak, onu teşyî' ediyordu.
Evet, işte sahabe, bu idi; en hassas dönemlerde dahi, Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelen emirlere bu ölçüde hassasiyetle uyarlardı.
Adalet Timsali Hz. Ömer
Hz. Ömer Efendimiz (radıyallâhu anh) de, şüphesiz ondan daha az hassas değildi. O, sünnetin hükümleri karşısında öylesine titizdi ki, konuşurken, talimat verirken, hutbe okurken, konuşmasının en can alıcı noktasında kendisine Kitabullah'tan ve Sünnet-i Resûlullah'tan bir hüküm hatırlatıldığında hemen dururdu. Kendisi bir gün el parmaklarının diyeti mevzuunda içtihatta bulunmuştu. Sahabeden biri ona itiraz edip; “Ey Mü'minlerin Emîri! Ben Resûl-i Ekrem'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) duydum, buyurdular ki: Bir elin beş parmağı, iki elin on parmağı, el için kararlaştırılan diyet ne ise onu eşit olarak bölüşürler. İki el tam bir diyet, bir el de onun yarısıysa, tek tek her parmağa on deve düşer.”
Hz. Ömer, beyninden vurulmuşa dönmüştü ve; “Ey Hattaboğlu! Resûl-i Ekrem'in eserinin olduğu yerde, sen nasıl içtihat edersin?” demişti. Evet, sünnet, sünnet insanında kendisini bütün ağırlığıyla hissettiriyordu.
Sahabenin, İbn Ümmi Mektûm gibi, Sevbân gibi, binek üstündeyken ellerinden kamçı düştüğünde dahi, “Ver!” dememek için inip kendileri alacak kadar istemekten hayâ eden fakirlerinden Abdullah İbn Sa'dî naklediyor: “Hz. Ömer ganimetlerden bana bir pay ayırdı. Ben, ‘Ey emîre'l-mü'minîn, beni bu mevzuda zorlama!' dedim. Bana dedi ki: ‘Vallahi, ben de senin gibiydim. Bir defasında, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bana bir şey vermek istediğinde istiğna gösterdim. Buyurdular ki: ‘Al bunu, mal edin kendine, istersen tasadduk edersin. Sen istemeden, beklemeden, dileyip dilenmeden sana bu dünya malından gelirse al, bunda beis yoktur.' Ben, sana Resûlullah'ın sözünü tekrar ediyorum. Onun, hakkımızda bu mevzuda verdiği hüküm budur.”