AA muhabirinin
İstanbul Büyükşehir Belediyesi
Kültür A.Ş. yayınlarından çıkan ''Karşılıksız Hizmetin Muhteşem Abideleri İstanbul
Şifahaneleri'' kitabından derlediği bilgiye göre,
İslam dünyasında ilk
hastane 707 yılında Emevi Halifesi Velid Abdülmelik tarafından kuruldu ve Abbasi Halifesi, Bağdat'ın kurucusu Mansur'un hastalığı sırasında 765 yılında geliştirildi. 10. yüzyılda İslam
hastaneleri en parlak devrini yaşadı.
Anadolu Selçukluları döneminde de darüş
şifa hizmeti devam etti. Anadolu'nun her büyük şehrinde en az bir darüşşifa yapıldı.
Osmanlılar, Selçuklular dönemindeki darüşşifaları kullandılar ve gerektiği zaman ilaveler yaptırdılar.
Gerek İslam medeniyeti döneminde, gerek Anadolu'da Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde inşa edilen darüşşifaların mimarisi, birbiriyle aynı özellikleri taşıyor. Darüşşifada hastalar için bir hamam, ilaçların hazırlandığı bir oda ve ilaçların saklandığı bir ambar bulunuyordu.
-İSTANBUL'DAKİ ŞİFAHANELER-
İslam'ın ilk yüzyıllarında kurulan darüşşifalarla, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde kurulan darüşşifalar arasında fark bulunmuyor.
İstanbul şifahaneleri dendiğinde, Osmanlılar döneminde İstanbul'da yaptırılan ve hastane görevini gören müesseseler akla geliyor. Hastane görevi gören bu müesseseler tarih boyunca bir çok isimle kimliklendirildi.
Türkçe ''şifa evi'', ''şifa kapısı'', ''sıhhat yurdu'', ''sağlık yurdu'' olarak adlandırılan şifahaneler genellikle darüşşifa olarak isimlendirildi. Darüşşifalar bu ismin yanında tarihin çeşitli dönemlerinde ve değişik coğrafyalarda ''bimarhane'', ''maristan'', ''darülmerza'', ''darülafiye'', ''darüssıhha'' olarak da tanıtıldı.
Darüşşifalar, kimsesiz, muhtaç hastalara hizmet vermek için genellikle padişahlar, onların hanımları, kızları veya varlıklı kimseler tarafından
vakıf eserleri olarak yaptırıldı.
Zapt edilemeyecek
akıl hastaları, salgın hastalıklara yakalanıp tecrit edilmesi gerekenler dışındaki her hasta kendi evine, annesi, hanımı, kız kardeşi veya hizmetliler tarafından bakıma alınırdı.
İstanbul'da, 15. yüzyıldan 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar yapıldığı bilinen, biri dışında hepsi külliyeler içinde yer alan 8 eser bulunuyor. Bunlardan ilki 1462 yılında yapılan, 1824'lü yıllarda faaliyetine son verilen, son bina kalıntıları da 1930'larda kaybolan ve bugün mevcut olmayan Fatih Darüşşifası. 1514 yılında
Yavuz Sultan Selim'in yaptırdığı
Üsküdar Cüzzamhanesi de 1930'lu yıllara kadar açıktı.
1550'de yapılan ve uzun yıllar genel hastane hizmetine devam eden Haseki Darüşşifası, 1848 yılından sonra ilk kadın hastanesi olarak hizmet verdi. Çeşitli devreler geçirdikten sonra da temelini oluşturduğu bugünkü Haseki Hastanesi'nin polikliniği olarak 1970'li yıllara kadar hizmetini sürdürdü.
1559 yılında tamamlanan
Süleymaniye Darüşşifası ise bu işin zirve noktasıydı. 20. yüzyılın başında
Türkiye Cumhuriyeti'nde
modern tıp dünyasının kurulmasına katıldıktan sonra o da tarih sahnesinden çekildi. 1574 tarihli Atik Valide Darüşşifası 1927 yılına kadar hizmetine devam etti. 1616 yılında faaliyete başlayan Sultan
Ahmed Darüşşifası da 1877 yılında sanat okuluna dönüşünceye kadar faaldi.
Vakıf geleneğini halen devam ettiren son şifahane, ilk hastane olan 1843 tarihli Vakıf Gureba ise hizmetini günümüzde de sürdürüyor.
-DARÜŞŞİFADA TEDAVİ-
Tedavinin parasız olarak yapıldığı darüşşifalarda, hastalar
kapıcı tarafından karşılandıktan sonra yıkanabilecek durumdaysa hamamda yıkanarak muayeneye hazır hale getiriliyordu.
Bütün hekimlerin ve tıp öğrencilerinin de katıldığı muayenenin ardından hastanın ilaçları tespit edilerek, yiyeceği gıdalar ve yapacağı diyet belirleniyordu.
Hekimlerin günde iki kez ziyaret ettiği hastaların
tedavisi için psikolojisinin önemi dikkate alınarak, bütün hizmetlerin güleryüzle ve gönlü okşayan sözlerle yapılması şart koşuluyordu.
Darüşşifa hekimleri seçilmiş, tecrübeli hekimler oldukları için hastalıkların teşhisinde ''nabız bakmaya'' ayrı önem verirlerdi. Eski tıpta, sadece nabız bakmak ile bütün hastalıkları teşhis eden hekimler vardı. Nabızda düzgün olmayan atışlar, sık sık veya aralıklı atışlar, dolgun veya zayıf atışlar hekim için ipuçları idi. Osmanlı tıbbında hekimin uyması gereken en önemli kurallardan biri, hastanın öleceğini nabız muayenesi ile anladığı zaman asla söylememesiydi.
Darüşşifaya gelen hastanın teşhisi yapıldıktan sonra ilk yapılan
uygulama vücuttan zararlı maddeleri atmaktı. Hekim ilaç vermeden önce bedenin temizlenmesini isterdi. Osmanlı tıbbında kullanılan ilaçların büyük bir kısmı müshil etkili olup bağırsakların temizlenmesi görevini üstlenirdi. Bedenden zararlı maddeleri atmak için kan almak da önemliydi.
Kupa çekmek ve
hacamat da kan temizliği için kullanılan yöntemlerden biriydi. Bir diğer bedeni temizleyici uygulama hastanın terletilmesiydi. Bunların yanında bedeni temizlemekte en önemli uygulama hamamlardı.
Darüşşifada yatan hastanın tedavisinde çok önemli olan bir husus da yediği, içtiğiydi. Hekim hastalığı teşhis ettikten ve ilaçlarını tespit ettikten sonra ilk işi, hastanın yiyeceklerini ve içeceklerini ayarlamasıydı.
Ağır hastalara çok az yemek verilir, genellikle et suyu ve ekmek
tercih edilirdi. Eski tıbba göre pirinç bedene en uygun gıdalardandı. Kuzu eti insan bedenine en faydalı gıdalardan olduğu için yemek listesinde hep vardı. İyileşmeye başlayan hastaya ise
iştah açacak yiyecekler verilir, gönlü ne çekerse o hazırlanırdı.
-AKIL HASTALARININ KABULÜ-
Akıl hastaları da darüşşifa hizmetlerinden yararlanırlardı. Darüşşifalarda akıl hastaları için hasta sayısına göre bir veya bir kaç oda ayrılabiliyor, bazen de darüşşifanın bir bölümü veya Süleymaniye'de olduğu gibi ayrı bir bölüm sadece akıl hastalarının hizmetine verilebiliyordu.
Buraya yatan akıl hastaları
kontrol altında tutulabilen, tedavi edilebilen kimsesiz hastalardı. Bütün hastalara açık olan bu darüşşifaların zamanla sadece akıl hastalarına hizmet eden ''tımarhane'' haline geldiği görülüyor.
Osmanlı tıbbına göre ''delilik'' bir hastalıktır ve tedavi edilebilir. Hekimler bu konuda donanımlıdır ve ilaç listelerinde bu konuda faydalı olan pek çok formül yer alır. Bu sebeple akıl hastalarına şerbetler verilirdi. Ferahlatan, rahatlatan, uyku veren bu şerbetleri ve dozlarını hekimler ayarlardı. Bu hastaların iyileşebilmesi için ilaçların yanı sıra başka tedavilerden de faydalanılıyordu. Müzikle tedavi bunlardan biriydi. Bu konuda tecrübeli müzisyenler haftada iki gün darüşşifaya gelerek konser verirlerdi.
Ayrıca eski tıpta yeri olan güzel kokulu çiçekleri koklayarak tedavi, su sesi ile tedavi, hatta gönlü rahatlatacak kuş sesleri bile tedavi aracı olarak kullanılabiliyordu.
-DARÜŞŞİFANIN VAZGEÇİLMEZ İLACI ''TİRYAKLAR''-
Darüşşifalarda hastalar için hazırlanan ilaçlar çok önemliydi. Haftada iki gün de dışarıdaki hastalar için bedava ilaç dağıtılırdı.
Hekimin o hasta için özel olarak hazırladığı formülün dışında, ateşlenmelerde, baş ağrılarında,
mide ağrısı ve kusmalarda, döküntülü
deri hastalıklarında, uykusuzluklarda, mafsal ağrılarında bilinen ve çok kullanılan belli formüller vardı. Bunlar darüşşifa eczacıları tarafından büyük miktarlarda belli formüllere uygun olarak hazırlattırılır ve ambarlarda saklanırdı.
Bu ilaçlar merhemler, macunlar, şerbetler, haplar şeklinde olurdu. Gerek Selçuklular döneminde, gerekse Osmanlılar döneminde hekimlerin darüşşifa ambarında bulunmasını istedikleri belli ilaçlar vardı. Bunların en önemlileri ''tiryaklar''dı.
Tiryak denen ilaçlar, her derde deva olan ve özellikle zehirlenmelerde mutlaka alınması gereken ilaçlardı. Tiryakların etkileri, hastalanmadan önce veya hastalandıktan sonra vücudun bağışıklığını arttırmak veya
akrep, yılan sokması ve zehirlenmelerde etkili olmasıydı.
Tiryaklardan daha önemli, hatta altından daha değerli olan ''Tiryak-ı faruk'' hem tedavisi zor olan bir çok hastalık, hem de zehirli yılan ve böcek sokmalarında etkiliydi. Bu ilacın formülünde yılan etinin de yer aldığı kırktan fazla etkili madde bulunuyordu. Bu ilaç hazırlandıktan 6 ay sonra kullanmaya başlanırdı. Diğer etkili tiryaklar ise 8 maddeden hazırlanan ''Tiryak-ı semaniye'' ve 4 maddeden yapılan ''Tiryak-ı erbaa''dır.
Bunların dışında
felç,
inme, tutulma için ''beladır macunu'', sindirime
yardım eden, iştahı açan, balgamı kesen ''feylezoflar macunu'', hastaların kuvvetlendirilmesi için hazırlanan ''macun-ı firbehi'' darüşşifalardaki tedavilerde yaygın olarak kullanılıyordu.
Ayrıca, gül, menekşe, nar, demirhindi şerbeti, isfidac ve
siyah merhemi de tedavilerde hekimlerin tercih ettiği ilaçlar arasında bulunuyordu.
Darüşşifalar
Allah rızası için yaptırılır, hiçbir hizmetten para alınmazdı. Kendi içinde bütün hizmetleri karşılayan bir birimdi ve burada görevli olan herkesin belli niteliklere sahip olması istenirdi.