Kur’an-ı Kerim’de “Le hû mülkü’s-semâvati ve’l-arz” (Göklerin ve yerin mülkü O’nundur) buyuruluyor. Bu ifade, aynen bu lâfızla Kur’an’ın on ayrı âyetinde geçmektedir. (Bakara, 107; Mâide, 40; raf, 158; Tevbe, 116; Furkan, 2; Zümer, 44; Zuhruf, 85; Hadîd, 2; Hadid, 5; Burûç, 9 Sureleri ve âyetleri…) bütün mülk ve mülkiyetin tamamen O’na yani Cenab-ı Hakka ait olduğunu göstermektedir.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri On Beşinci Nota’nın Üçüncü Meselesinde bu âyetlerle ilgili şöyle bir tesbitte bulundu:
“Ey insan ve ey nefsim, muhakkak bil ki, Cenab-ı Hakkın, sana inâm ettiği (nimet olarak verip ikram ve ihsan ettiği) vücudun, cismin, azaların, malın ve hayvanatın İB HA’dır (istifa etmene mübah kıldığı şeylerdir); TEMLİK (mülk olarak verdiği şeyler) değildir. Yani istifaden için kendi mülkünü senin eline vermiş istifade et diye İB HA etmiş. Senin gibi idare etmekten hakikaten âciz ve tedbirden cidden câhil bir şahsa, TEMLİK etmemiş. Çünkü MÜLK olarak verseydi, idaresini sana bırakmak lâzım gelirdi.
“Acaba en kolay, en zâhir, şuur ve irade dairesinde dahil olan bir MİDE’nin idaresini yapamadığın halde, nasıl göz ve kulak gibi irade ve şuur dairesinin hâricinde idare isteyen şeylere mâlik olabilirsin?
“Madem sana verilen HAYAT ve HAYATIN LEV ZIMATI temlik değil, ibâhadır. Elbette İB HANIN DÜSTURU ile harekat etmek lâzımdır. Yani nasıl bir zât, ziyafete misafirleri davet eder. Onlara, meclis ziyafetindeki eşyadan ve ziyafetten istifadeyi ibaha ediyor, temlik etmiyor. İbâha ve ziyafetin kaidesi ise, mihmandarın (misafir eden ev sahibinin) rızası dâhilinde tasarruf etmektir. Öyleyse, İSRAF edemez, başkasına ikram edemez, sofradan kaldırıp başkasına sadaka veremez, dökemez, zâyi edemez. Eğer temlik olsaydı, yapabilirdi ve kendi arzusuyla hareket edebilirdi.
“Aynen bunun gibi, Cenab-ı Hak sana ibâha suretinde verdiği hayatı İNTİHAR ile hâtime çekemezsin, gözünü çıkaramazsın ve mânen gözü kör etmek demek olan gözü verenin rızâsı hâricinde harama sarf edemezsin. Ve hâkezâ, kulağı ve dili ve bunlar gibi cihâzâtı (donanımları) harama sarf etmekle mânen öldüremezsin. Ve eti yenilmeyen hayvanlarını lüzumsuz tazip edip katledemezsin. Ve hâkezâ… Bütün sana verilen nimetler, bu misafirhane-i dünyanın sahibi olan Mihmandar-ı Kerim-i Zülcelâlin şeriatının kanunlarının dairesinde tasarruf etmek gerektir.
Mektubat’ta ise “Lehü’l-Mülk” tir. Yani “Mülk O’nundur” ifadesini Üstad şöyle izah ediyor: “Yani, mülk umûmen O’nundur. Sen, hem O’nun mülküsün, hem memlûküsün, hem mülkünde çalışıyorsun. Şu kelime, şöyle şifalı bir müjde veriyor ve diyor: Ey insan! Sen kendini kendine mâlik sayma. Çünkü sen kendini idare edemezsin. O yük ağırdır, kendi başına muhafaza edemezsin, belâlardan sakınıp levâzımâtını yerine getiremezsin. Öyle ise, beyhude ızdıraba düşüp azap çekmeyesin Mülk başkasınındır. O Mâlik, hem Kadirdir, hem Rahîm’dir. Kudretine dayan; Rahmetini itham etme. Kederi bırak, keyfini çek, zahmeti at safâyı bul.
“Hem der ki: Mânen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kainat bir Kadir-i Rahîm’in mülküdür. Mülkü Sâhibine teslim et. Ona bırak; cefâsını değil, safasını çek. O hem Hakîm’dir, hem Rahîm’dir; mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi, ‘Mevla görelim neyler / Neylerse güzel eyler’ de, pencerelerden seyret, içlerine girme.”
(Yirminci Mektup, Birinci Makam, Dördüncü Kelime)