Ahmet Yılmaz / samanyoluhaber.com
Ru'yet-i Hilal (Hilalin Görülmesi) Meselesi - 3
İhtilâf-ı metâli‘e itibar olunmayacağını yani bir yerde hilalin hakikaten veya hükmen tespit edilmesinin diğer Müslümanlar için geçerli ve bağlayıcı olacağını dile getirenler en başta “Hilali (ramazan hilali) görünce oruca başlayınız ve hilali (şevval hilali) görünce bayram ediniz” hadisini delil olarak ileri sürmüşlerdir. Hadis birçok kaynakta ufak lafız değişiklikleriyle geçen meşhur ve mütedavil bir rivayetin bir kısmıdır. Sadece Ahmed b. Hanbel’in el-Müsned’inde 12 farklı tarik söz konusudur. Bu tariklerin sahabi ravileri Ebû Hureyre, İbn Abbas ve Talk b. Alî’dir (Sümâme). Hadisin sıhhat bakımından hükmü sahihtir.
Onlara göre “oruca başlayınız!” denilerek umum Müslümanlar muhatap alınmak suretiyle hüküm mutlak bırakılmıştır. “Gayri muayyen bir ferdi veya fertleri gösteren ve herhangi bir sıfatla kayıtlanmış olmayan lafız” anlamında kullanılan mutlak kavramıyla ilgili usulcüler “Mutlak ıtlâkı üzere câri olur. Eğer nassan yahut delâleten takyîd delili bulunmaz ise” kaide-i külliyesini geliştirmişlerdir (Bkz. Ali Haydar Efendi (Küçük), Dürerü’l-hükkâm şerhu Mecelleti’l-ahkâm, I, 62-64, madde no: 64). Bunun anlamı şudur: Herhangi bir kayda bağlı olmayan bir hükmün, eğer lafzı ile veya delâleti ile kesinlik ifade etmez ise bulunduğu hal üzere geçerli olur. Dolayısıyla ru’yet-i hilalin hükmü açısından düşünüldüğünde şer‘î bakımdan yeterli sayıda kimse herhangi bir yerde (matla‘da) hilali görürse bu durumda hadiste ifade edilen hükmün umûmîliği gerçekleşmiş olur. Buna göre nerede yaşıyor ve birbirlerinden ne kadar uzakta bulunuyor olurlarsa olsunlar oruca başlama hükmünün gerekliliği ihtilâf-ı metâli‘e itibar edilmeksizin bütün Müslümanları kuşatmış olur. Zira onlara göre hadis; “Hilal her nerede görülürse görülsün, ru’yet-i hilal tahakkuk ettiğinde ıtlak ile amel etmek suretiyle oruca başlayın” anlamına gelmektedir. Nitekim Hanefî fakihi İbn Âbidîn, ihtilâf-ı metâli‘e itibar olunmayacağı hükmünün Hanefilerde zâhirü’r-rivâye olduğunu vurgulamış, bu görüşün Mâlikî ve Hanbelîlerde mutemet olduğuna işaret etmiş ve bunun gerekçesini şöyle açıklamıştır: “Zira “oruca başlayın” hadisinde şâri‘in hitâbı, umûmî çerçevede ru’yetin mutlak oluşuna bağlanmıştır” (Bkz. İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, II, 393).
İhtilâf-ı metâli‘i dikkate almayı muteber bulmayan Hanefiler görüşlerini aklî delillerle de güçlendirmeye çalışmışlardır. Onlar bu bağlamda şunu öne sürmüşlerdir: Ru’yetin “mutlak” olarak ele alınmış olması illettir. Öyleyse bölgeler arasındaki uzaklık ve yakınlık eşit durumda mütalaa edilmelidir. Yani şâri‘ kamerî ayın sübut bulmasını muteber kabul etmiştir. Bu da hilalin bir yerde görülmüş olmasıyla tahakkuk eder. Yani taaddüd-i metâli‘den söz edilemez. Sonuçta kamerî bir ay iki hilal arasında gerçekleşmektedir. Buna göre aynı kamerî ayın başlangıcı için birden fazla hilal söz konusu değildir. Mesela Ramazan ayının ilk gecesinin hilali, Şevval ayının ilk gecesinin hilali vardır. Yani bir nevi taaddüd-i ehilleden bahsetmek söz konusu değildir (bkz. Düreynî, Buhûs Mukârene, s. 352)
KATEGORİK YAKLAŞANLAR
Sayıları yadsınamayacak derecede olan Hanefî fakihinin ise konuya kategorik bir yaklaşım sergiledikleri görülmektedir. Onlar, mutlak olarak ihtilâf-ı metâli‘e itibar etmeyenlerin aksine ihtilâf-ı metâli‘i iki belde arasındaki matla‘ değişimi ve uzaklık-yakınlık bağlamında ele almışlar ve bir yönüyle göreceli bir yaklaşım sergilemişlerdir.
İlk dönemlerden itibaren düşüncelerini “tefâvüt (iki beldenin arasının açık ve birbirlerinden ırak olmaları)” ve “fâhiş mesafe (son derece uzak mesafe)” gibi ifadelerden hareketle açıklama yoluna gitmelerinden, onların birbirine uzak mesafelerdeki beldelerde bilfiil yaşanan problemlerden haberdar oldukları anlaşılmaktadır.
Müctehid Hanefî âlimlerinden Ebü’l-Hüseyn Ahmed b. Ebî Bekr Muhammed el-Kudûrî’ye (ö. 428/1037) nispet edilen şu ifadeler, onun da kategorik yaklaşıma sahip olabileceği izlenimini vermektedir: “İki beldenin arası ihtilâf-ı metâli‘ söz konusu olmayacak derecedeyse, bu durumda bir belde hakkında verilecek hüküm diğer beldeyi de bağlar. Ancak iki belde arasındaki mesafe ihtilâf-ı metâli‘ söz konusu olacak şekilde birbirlerinden uzakta ise, bu durumda bu beldelerden birinin hükmü diğerini bağlamaz.” (bkz. Burhânü’ş-şerîa, el-Muhîtü’l-Burhânî, II, 379). Müellifin el-Kudûrî’ye nispet ettiği bu görüşün teyit edilebilmesi maksadıyla Kudûrî’nin et-Tecrîd’ine ve el-Muhtasar’ına bakılmış, ancak söz konusu bilginin kaynağı şimdilik Kudûrî’nin mütedâvil eserlerinde tespit edilememiştir.
Hanefî fakihlerinden Ebû Bekr Alâüddîn Muhammed b. Ahmed es-Semerkandî (ö. 539/1144) Tuhfetü’l-fukahâ’sında bu konudaki görüşünü yansıtan ifadeleri şu şekildedir: “Gökyüzü bulutsuz olur ve insanlar da hilali görürlerse oruç onların üzerine farz olur. Ancak hava açıkken hilali bir kişi görse ve hâkimin huzurunda bu doğrultuda şehadette bulunsa, hâkim bir ve iki kişinin (haber-i vâhid ve haber-i isneyn) şehadetini kabul etmez. O şehrin farklı farklı yerlerinde bulunan kişilerden müteşekkil büyük bir topluluğun şehadet etmesi şeklinde gerçekleşen tevâtür söz konusu olursa ancak o zaman kabul eder. Bu durum eğer şahitler o beldenin içerisinden olursa böyledir. Eğer şahitler dışarıdan olurlarsa; Tahâvî bu konuya değinmiş ve şöyle demiştir: Bu durumda haber-i vâhid kabul edilir, çünkü o beldenin kırsalında (bâdiyede) havanın berrak olup olmamasına bağlı olarak hilalin zuhur etmesi noktasında ihtilâf-ı metâli‘ söz konusudur. Zâhirü’r-rivâyede şehir içinde ve şehrin kırsalında ayrıma gidilmemiştir (ihtilâf-ı metâli‘e itibar edilmez denilmiştir). Ancak son derece uzak mesafelerde durum değişir yani ihtilâf-ı metâli‘e itibar edilir” (bkz. es-Semerkandî, Tuhfetü’l-fukahâ, I, 345-346). Bu arada, bir başka Hanefî fakihi Alâüddîn Ebû Bekr b. Mes‘ûd el-Kâsânî (ö. 587/1191) Ebû Ca‘fer et-Tahâvî’nin (ö. 321/933) yukarıdaki ifadesini aynı şekilde yorumlamıştır: “Tahâvî’den gelen rivâyetin manası şudur: Matla‘lar bir şehrin içiyle kırsalı arasında havanın berraklığına bağlı olarak zuhur etme veya etmeme açısından değişiklik gösterebilir. Buna bağlı olarak da ru’yette ihtilaf söz konusu olabilir” (bkz. Kâsânî, el-Bedâi‘, II, 80).
Semerkandî, bu ifadeleriyle, aslında zâhirü’r-rivâye olarak tanımladığı görüşün arkasındadır. Ancak “ihtilâf-ı metâli‘ie itibarın ancak son derece uzak mesafelerde söz konusu olabileceği” şeklindeki son cümlesinden Semerkandî’nin kozmik bir olgu olması anlamında ihtilâf-ı metâli‘in farkında olduğu anlaşılmaktadır. Sonuçta bir şehir ile o şehrin kırsalı aynı matla‘a sahiptir. Buradaki ihtilâf-ı metâli‘ hilalin görünür olmasıyla ilgili olup izafidir. Bu durumda şehir içi-şehrin kırsalı bağlamında mezhebin öne çıkan görüşüne göre ihtilâf-ı metâli‘e itibar olunmaması gayet tabidir. Bununla birlikte son cümlesiyle sanki siyak-sibak bağlamında düşünüldüğünde birbirinden son derece uzak iki belde arasında ihtilâf-ı metâli‘e itibar olunabileceğine işaret ediyor gibidir. Kâsânî sonuç itibariyle zâhirü’r-rivâye olarak zikredilen söz konusu görüşü şöyle anlamıştır: “Zâhirü’r-rivâyenin anlamı şudur: İhtilâf-ı metâli‘ ancak son derece uzak mesafelerde söz konusu olur” (bkz. Kâsânî, el-Bedâi‘, II, 80). O, göreceli yaklaşımını şu şekilde ifade etmektedir: “İki belde arasındaki mesafe yakın ise ihtilâf-ı metâli‘e itibar olunmaz. Ancak mesafeleri uzak ise birisi hakkındaki hüküm diğerini bağlamaz. Çünkü aralarında ciddi mesafe bulunan beldeler arasında hilalin doğduğu yerler bakımından ihtilâf söz konusudur. Bu durumda her bir belde halkının diğer beldenin matla‘ına (hilalinin görüldüğü yeri) değil kendi beldesinin matla‘ına itibar etmesi söz konusu olur.” (bkz. Kâsânî, a.g.e., II, 83).
Hanefî fıkhına göre tahâret, namaz, zekât, hac, oruç, cihad, av, kerâhiye, ferâiz ve kazanç konularını içeren muhtasar bir mahiyetindeki Tuhfetü’l-mülûk isimli eserin müellifi olan Ebû Abdillâh Zeynüddîn Muhammed b. Ebî Bekr er-Râzî (ö. 666/1268’den sonra) şöyle demektedir:
“Bir şehirde hilalin görülmüş olması diğer şehri bağlamaz. Ancak iki şehir arasında ittihâd-ı metâli‘ söz konusu olursa ayrı…” (bkz. Muhammed b. Ebî Bekr, Tuhfetü’l-mülûk, s. 138). Bu ifadeler, Zeynüddîn er-Râzî’nin, iki şehir halkının birlikte ramazan orucuna başlaması için ittihâd-ı metâli‘ şartını öne sürdüğünü net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bunun anlamı onun ihtilâf-ı metâli‘i fıkhî sonuçları bakımından muteber kabul ettiğidir.
Nitekim bu eseri şerh eden Bedreddîn el-Aynî (ö. 855/1451) onun görüşünü şu şekilde izah etmiştir:
“Bir şehrin halkı hilali gördü diye diğer şehrin halkı oruç tutmakla veya orucu bozmakla ilzam edilmez. Çünkü her topluluk karşı karşıya oldukları duruma göre hareket eder (kendi ru’yetlerine göre hareket eder). Ancak ittihâd-ı metâli‘ söz konusu olursa müstesna, bu durumda iki şehirden birisinde ru’yetin gerçekleşmesi diğerini de bağlar. Hatta bunlardan birisinde bulunan halk otuz gün oruç tutsa, diğerindekiler de yirmi dokuz gün tutsalar, bu durumda yirmi dokuz gün tutanların tutmadıkları bir günü kaza etmeleri gerekir” (bkz. Aynî, Minhatü’s-sülûk fî şerhi Tuhfeti’l-mülûk, s. 258). Bedreddîn el-Aynî’nin bu eserin şârihi olarak Zeynüddîn er-Râzî’ye itiraz etmemiş olması, onun da aynı kanatte olduğuna işaret etmektedir.
Hanefî fakihi Ebü’l-Fazl Mecdüddîn el-Mevsılî (ö. 683/1284), daha önce değinildiği üzere, ihtilâf-ı metâli‘e itibar olunmayacağını zâhirü’r-rivâye kabilinden olarak takdim ettikten sonra “ve kîle” lafızını kullanmak suretiyle bu görüşe işaret etmiş ve el-Fetâvâ’l-Hüsâmiyye’den şu nakilde bulunmuştur: “Bir şehirdeki halk ru’yete dayalı olarak otuz gün oruç tutar, diğer bir şehrin halkı da yine ru’yete dayanarak yirmi dokuz gün oruç tutarsa, yirmi dokuz gün tutanların bir gün kaza orucu tutmaları gerekir. Bu durum iki belde arasında ittihâd-ı metâli‘ söz konusu olacak şekilde bir yakınlık söz konusu ise geçerlidir. Eğer araları ihtilâf-ı metâli‘ söz konusu olacak şekilde ırak ise, bu durumda iki şehirden birisi hakkında cârî olan hüküm diğeri için geçerli olmaz” (bkz. Mevsılî, el-İhtiyâr, I, 129).
Kenzü’d-dekâik’i şerh eden Osmân b. Alî ez-Zeylaî’nin (ö. 743/1343) Tebyînü’l-hakâik’ınde Ebü’l-Berekât en-Nesefî’ye (ö. 710/1310) itiraz ettiği anlaşılmaktadır. Onun; Nesefî’nin mutlak olarak kullandığı “İhtilâf-ı metâli‘e itibar olunmaz” cümlesini uzuklık-yakınlık yaklaşımıyla takyit eden görüşü öne çıkardığı görülmektedir: “İhtilâf-ı metâli‘e itibar edilir diyenler de vardır. Bunun anlamı şudur: Bir belde halkı hilali görür de diğer belde halkı görmezse, görmeyenlerin oruçlarını kendi ru’yetlerini dikkate alarak tutmaları gerekir. İhtilâf-ı metâli‘e itibar eden kimse ise bakar; eğer iki belde arasında yakınlık varsa o zaman matla‘lar değişmez ve oruca birlikte başlamaları gerekir. İki belde birbirine uzak ise ve matla‘lar değişiklik gösteriyorsa o zaman hilali görmeyen bölgede yaşayanların oruca görenlerle birlikte başlaması gerekmez, onlar kendi hilallerini dikkate alırlar. Birçok fakihe göre ihtilâf-ı metâli‘e itibar olunmaz. Buna göre bir beldede yaşayanlar oruçlarını 30 gün olarak tutsalar, bir başka beldedekiler de 29 gün tutmuş olsalar, 29 gün tutmuş olanların bir gün kaza orucu tutmaları gerekir. Doğruya daha yakın olan görüş ihtilâf-ı metâli‘e itibar edileceğidir. Çünkü her belde halkı kendi matla‘larındaki hilal ile muhatap olmaktadırlar. Ayrıca hilalin, güneş ışınlarından ayrılarak belirginleşmesi bölgelerin değişimine göre değişmektedir. Nitekim vaktin girişi veya çıkışı bölgeden bölgeye değişiklik gösterebilmektedir. Doğu ufkunda zevâl vakti yaşanırken, batı ufkunda zevâl vakti gerçekleşmez…” (bkz. Osman ez-Zeylaî, Tebyînü’l-hakâik, I, 321, 322).
Tebyînü’l-hakâik’i tahşiye eden Şehâbeddin Ahmed b. Muhammed eş-Şelebî (ö. 1021/1612-3) de ez-Zeylaî’nin göreceli yaklaşımını sürdürmüştür. Küreyb hadisini gündeme getiren eş-Şelebî, söz konusu hadisin “nas” olması hasebiyle ihtilâf-ı metâli‘ konusunda evleviyet ile muteber olduğunu vurgulamıştır. Ona göre her matla‘ diliminde yaşayan halk kendi ru’yetlerini dikkate almakla mükelleftirler (bkz. Osman ez-Zeylaî, a.g.e., I, 317).
Osmanlı âlimi ve müftüsü Molla Hüsrev (ö. 885/1480) Gureru’l-ahkâm’da âlimler arasında ihtilâf-ı metâli‘e itibar olunup olunmayacağı konusunda bir tartışmanın söz konusu olduğuna işaret etmiştir (bkz. Molla Hüsrev, Dürerü’l-hukkâm, I, 200).Şerhinde ise bu konuya açıklık getirmiş ve şu izahta bulunmuştur: “Yani bazı âlimler itibar edileceğini, bazıları da itibar edilmeyeceğini söylemişlerdir. İtibar edilmemesinin anlamı şudur: İhtilâf-ı metâli‘e itibar olunmaz diyenlere göre bir beldenin halkı hilali görür de diğer beldenin halkı görmezse, görmeyen belde halkının görenlere itimat ederek her hâlükârda oruçlarını tutmaları gerekir. İhtilâf-ı metâli‘e itibar olunur diyenlere göre ise, duruma göre hareket edilir, eğer iki belde matla‘ları değişmeyecek kadar birbirine yakın ise o takdirde itibar olunmaz, oruç hilali görmeyenlere da farz olur. Eğer ihtilâf-ı metâli‘ söz konusu oluyorsa (iki beldenin arası bu derece birbirinden uzakta ise) o takdirde ihtilâf-ı metâli‘e itibar olunur (herkes kendi matla‘ını dikkate alır). Âlimlerin ekseriyeti (Hanefî ulemasının kastedildiği düşünülmektedir) ihtilâf-ı metâli‘e itibar olunmayacağı görüşündedirler. ez-Zeylaî ise itibar olunacağı görüşünü daha münasip görmektedir. Gerekçesi şudur: Çünkü her topluluk karşı karşıya oldukları duruma göre hareket eder (kendi ru’yetlerine göre hareket eder). Hilalin güneş ışınlarından ayrılması/uzaklaşması gölgeden bölgeye farklılık göstermektedir. Aynı şekilde vakitlerin girmesi ve çıkması da bir bölgeden diğer bölgeye değişmektedir. Namaz kitabının başında yer alan Yatsı ve Vitir namazlarının vaktini yitiren kişinin üzerine bu namazların farz olmayacağı bilgisi de bunu teyit etmektedir” (bkz. Molla Hüsrev, a.g.e., I, 201). Molla Hüsrev konuyla ilgili görüşleri serdetme sadedinde, kendi yaklaşımını da ihsas eder gibidir. İfadelerinden anlaşıldığına göre Molla Hüsrev, konuya kategorik yaklaşıyor ve beldelerin arasının birbirine yakın olup olmamasına yani aynı matla‘ı paylaşıp paylaşmamalarına itibar ediyor gibidir. Namaz ve oruç vakitlerinden herhangi birinin gerçekleşmediği veya tam olarak belirlenemediği bölgelerde bu vakitlere ait namazların kılınıp kılınmayacağı ve oruç vakitlerinin tespiti konusu eskiden beri tartışılmıştır. Bu bölgelerde yaşayanlar için vakti gerçekleşmemiş olan namaz ve orucun farz olmayacağını söyleyen bazı âlimler bulunmaktadır. Burada bu görüşe işaret edilmiştir. “Yatsı ve Vitir namazlarının vaktini yitiren” derken bu durum kastedilmiş olsa gerektir.
Hanefîlerden, birbirine “uzak” olan şehirler için ihtilâf-ı metâli‘e itibarın söz konusu olması gerektiğini söyleyenlerin naklî delilleri, mutlak olarak itibar edilmesi gerektiğini söyleyen İslam âlimlerinin delilleri ile örtüşmektedir. Konuya göreceli yaklaşan Hanefîler iki rivâyeti gündeme getirmişlerdir. Bunlardan biri Küreyb hadisidir.
Küreyb’den yapılan rivâyete göre, Ümmü’l-Fazl bint el-Hâris onu Şam’a Muaviye’ye göndermişti. Küreyb diyor ki:
“Şam’a vardım ve Ümmü’l-Fazl’ın ihtiyaçlarını temin ettim; derken ben henüz Şam’dayken Ramazan ayı girdi, ben de hilali Perşembe gecesi gördüm. Sonra ben Ramazan ayının sonunda Medine’ye döndüm. Abdullah b. Abbas ora hakkında birtakım şeyler sordu. Sonra hilalden bahsetti ve: “(Şam’da) hilali hangi gün gördünüz?” diye sordu. Ben de: “Perşembe gecesi gördük” diye cevap verdim. O bana: “Sen de hilali görebildin mi” dedi. Ben: “Evet, ben gördüm, birçok kimseler ve Muâviye de hilali gördüler ve oruç tuttular” dedim. Bunun üzerine (İbn Abbas) şöyle dedi: “Ama biz hilali cuma gününün gecesi gördük ve ona göre oruç tuttuk; ya otuzu güne tamamlayacağız, ya da tekrar hilali görmüş olacağız.” Ben ona: “İyi ama Muâviye’nin hilali görmüş ve oruç tutmuş olmasıyla iktifa etmeyecek misin?” diye sorduğumda, şu cevabı verdi: “Hayır, Allah Resûlü bize böyle emretti” (bkz. Müslim, “Sıyâm”, h. no: 1087).
İhtilâf-ı metâli‘in, öteden beri doğurduğu fıkhî sonuçlar bakımından mezhepler arasında ve hatta belli bir mezhep içinde tartışmalara konu oluyor olmasının en önemli sebeplerinden birisi Küreyb’in bu rivâyetidir. Zira bu rivâyeti dikkate alan birçok müçtehit ihtilâf-ı metâli‘e fıkhî bakımdan itibar edilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Hanefîlerden konuya göreceli yaklaşanlar da uzaklık-yakınlık bağlamında bu rivâyeti delil olarak göstermek suretiyle onlarla aynı noktada buluşmuşlardır (bkz. Osman ez-Zeylaî, Tebyînü’l-hakâik, I, 321).
Bu görüşü dile getiren kimi Hanefîler, İbn Abbbâs’ın Küreyb’in kendisine yönelttiği, “İyi ama Muâviye’nin hilali görmüş ve oruç tutmuş olmasıyla iktifa etmeyecek misin?” sorusuna, “Hayır, Allah Resûlü bize böyle emretti” şeklinde cevap vermek suretiyle Allah Resûlü’nün bir emri mucibince hareket ettiğini ihsas ettiğini ve bu tutumunun İbn Abbas’ın şahsî bir içtihadından ileri gelmediğini söylemişlerdir. Nitekim Şehâbeddin Ahmed b. Muhammed eş-Şelebî (ö. 1021/1612-3) de Tebyînü’l-hakâik hâşiyesinde şöyle demiştir: [“Hayır, Allah Resûlü bize böyle emretti” sözü İbn Abbas ile Allah Resûlü arasında cereyan eden (başka) bir şeyi işaret etmektedir. O halde ortada (Medinelilerin oruca başlama konusunda Şamlıların ru’yetine uymaları gerektiğine dair) bir delil bulunmamaktadır. Çünkü İbn Abbas’ın bahsettiği tarzda bir olay bizim için de söz konusu olmuş olsaydı biz de aynı şeyi yapardık.”]
Kimi âlimler İbn Abbas’ı bu şekilde davranmaya “(Ramazan) hilali(ni) görmedikçe oruca başlamayınız. (Şevval) hilali(ni) görmedikçe de bayram etmeyiniz. Hava bulutlu olur da hilali göremeyecek olursanız (şaban veya ramazan ayının sonunu) takdir ederek belirleyiniz” (bkz. Buhârî, “Savm”, 11) veya “Ay yirmi dokuz gündür. (Ramazan) hilali(ni) görmedikçe oruca başlamayınız. (Şevval) hilali(ni) görmedikçe de bayram etmeyiniz. Eğer hava kapalı olup (hilali) göremezseniz (ayı) otuza tamamlayınız” (bkz. Buhârî, “Savm”, 11). hadislerinin sevk ettiğini söylemişlerdir. Bu rivâyetleri gündeme getirenlere göre Şâri‘, aslında her bir mükellefin hilali görmüş olmasını şart koşmuştur. Ne var ki Sünnet, sahîh yolla gerçekleşmiş bir şehâdete itibar etmiştir. Eğer böyle olmasaydı, bu hadislerin zâhirleriyle amel edilecek ve her bir fert kendi hilalini gözleyecekti. Ancak hadisin umûmîliği şâhitlik sebebiyle tahsîse uğramış olmaktadır. Ancak onlara göre bu defa birbirine uzak beldeler için hadisin ifâde ettiği hükmün umûmîliği devam etmiş olmaktadır (bkz. Saîd Ramazan el-Bûtî, Muhâdarât fi’l-fıkhi’l-mukâren, s. 19-20).
Hilalin görülüp görülmemesi ve bu konuda vaki olan şehâdet-i vâhid bağlamında bu konuyu ele alan kimi Hanefî fakihleri de, orucu otuza tamamlama mekanizmasının gerekliliğini vurgulamışlardır (bkz. es-Serahsî, el-Mebsût, III, 78-79). Bu şekilde düşünenlere göre İbn Abbas; her beldenin kendi matla‘ını dikkate alması gerektiğini, ru’yet gerçekleşmezse de çıkan ayın otuza tamamlanmasının icap ettiğini dile getiren Şâri‘in bu emrine uymuş ve Şamlıların hilali görmüş olmalarıyla amel etmemiştir.
İhtilâf-ı metâli‘e itibar edilip edilmeyeceğini katagorik çerçevede ele alan kimi Hanefî âlimleri bu istikamette aklî deliller de öne sürmüşlerdir.
Bilindiği üzere kozmik bir olay olarak ihtilâf-ı metâli‘, hicrî ayın giriş zamanını tespit noktasında beldeler arasındaki farklılıkların sebebidir. Orucun farz oluşu “Ey iman edenler! Sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi sakınasınız diye sizin üzerinize de sayılı günlerde oruç yazıldı”(bkz. Bakara (2), 183) âyeti ile zimmette sâbit olmaktadır. Ancak orucun edâ edilmesinin farziyyeti daha farklı bir şeydir. Kamerî ayın girmiş olması da orucun edâsının farziyyetinin sebebidir. Bu anlamda her matla‘da kamerî ay, farklı bir zamanda gireceğinden bu matla‘ların her biri için ferdîlik söz konusu olmuş olur. Hanefî fakihi Osman ez-Zeylaî’yi; “Çünkü her belde halkı kendi matla‘larındaki hilal ile muhatap olmaktadırlar. Ayrıca hilalin, güneş ışınlarından ayrılarak belirginleşmesi bölgelerin değişimine göre değişmektedir” (bkz. Osman ez-Zeylaî, Tebyînü’l-hakâik, I, 321) demeye sevk eden de muhtemelen bu aklî yaklaşımdır.
Bu şekilde düşünenler kıyas yöntemini de gündeme getirmişlerdir. Yine Osman ez-Zeylaî; “Nitekim vaktin girişi veya çıkışı bölgeden bölgeye değişiklik gösterebilmektedir. Doğu ufkunda zevâl vakti yaşanırken, batı ufkunda zevâl vakti gerçekleşmez” (bkz. Osman ez-Zeylaî, a.g.e., I, 321) derken ihtilâf-ı metâli‘-i kameri, ihtilâf-ı metâli‘-i şemse kıyas ediyor gibidir. Bu şekilde düşünenlere göre asıl ile fer‘i ortak paydada buluşturan illet, güneşin de ayın da ihtilâf-ı metâli‘lerinin kozmik bir olgu olmasıdır. Öyleyse güneş konusunda ihtilâf-ı metâli‘e itibar ediliyorsa, ay hususunda da itibar edilmelidir. Bu yaklaşımının bir sonucu olarak O, ru’yet-i hilalin bölgeden bölgeye farklılık gösterdiğini vurgulamasının hemen akabinde; “Nitekim vaktin girişi veya çıkışı da (namaz vakitleri) bölgeden bölgeye değişiklik gösterebilmektedir” demiştir.
Hanefî fukahâsı ihtilâf-ı metâli‘in; âşikâr, kozmik, belirli, gözlemlenebilir ve inkâr edilemez bir olgu olduğu noktasında hemfikirdirler. Sorun bu kozmik realitenin fıkhî sonuçlar doğurup doğurmayacağıdır. Bu anlamda ihtilâf-ı metâli‘e fıkhî bakımdan itibar edilip edilmeyeceği hususu mezhep içinde öteden beri tartışıla gelmiştir.
İhtilâf-ı metâli‘in, “fıkhî sonuç doğurması bakımından gayr-ı muteber olduğu” hususunun Hanefî doktrininde zâhirü’r-rivâye ve yerleşik bir hüküm olarak kabul gördüğü anlaşılmaktadır. Bununla birlikte, önemli bazı Hanefî âlimler, bu görüşün dışına çıkarak, “belli şartlar dâhilinde ihtilâfı metâli‘e itibar edilebileceği” fikrini dile getirmişlerdir. Bu fakihlerin şart olarak iki beldenin “matla‘ların değişiklik göstermesi” veya “aralarında fâhiş derecede uzak mesafenin bulunması” gibi ölçüler üzerinde durdukları tespit edilmiştir.
Sonuç olarak bu yazı dizisi vesilesiyle ulaşılabilen belli başlı fıkıh literatürü taranmıştır. Hassaten ihtilâf-ı metâli‘e itibar olunup olunmayacağı konusunda dile getirilmiş olan görüşleri ve bu görüşlerin sahiplerini şu şekilde tabloya yansıtmak mümkündür:
İki beldenin matla‘larının değişmesi ile aralarındaki mesafenin uzak olmasının aynı şey olmadığını belirtmek gerekir. Bilimsel veriler, birbirlerine son derece uzak beldelerin aynı matla‘ diliminde bulunabileceğini, aynı şekilde birbirine yakın beldelerin matla‘larının da farklılık arz edebileceğini göstermektedir. Örnek vermek gerekirse:
Yukarıdaki gözlem haritası Muhammed Şevket Avde’ye ait olup 1426 senesi Cemaziyülevvel ayını (Haziran 2005) göstermektedir. Avde’ye göre bu haritada yeşil renkle gösterilen beldelerde yaşayan Müslümanlar hilâli –ârizî bir engel söz konusu olmadığı sürece- çıplak gözle rahatlıkla görebilmişlerdir. Onu çerçeveleyen eflatun renkle işaret edilmiş bölgelerdeki Müslümanların da yeşil bölgedekiler kadar olmasa da hilâli çıplak gözle görebilme ihtimalleri söz konusu olmuştur. Bu bölgedekiler çok da hassas olmayan bir dürbün yardımıyla hilâli görebilmişlerdir. Maviyle gösterilen kısımda kalan bölgelerde yaşayanlar ise hilâli ancak hassas optik aletler marifetiyle görebilmişlerdir. Beyaza boyanmış bölgelerde görme imkânı bulunmamaktadır. En aşağıdaki kırmızıyla belirtilmiş bölge ise görmenin muhal olduğu yerlerdir.
Harita aslında ihtilâf-ı metâli‘in beldelerin bölgesel olarak birbirleriyle uzaklık-yakınlıklarıyla ilgisinin bulunmadığını ortaya koymaktadır. Zira hilalin, ru’yetin gerçekleştiği bölgelerdeki iz düşümü, haritadan anlaşıldığı üzere yay şeklindedir. Bu, yayın içinde kalanların hilâli görebilecekleri anlamına gelmektedir. Bazen bir belde bu yayın iç tarafının tam ucunda, başka bir belde de dış tarafının tam ucunda olabilir. Dolayısıyla bu iki beldenin arasındaki mesafe az olmasına rağmen bu beldelerde hilâlin doğuşu farklı olabilir. Aynı şekilde aralarındaki mesafe binlerce kilometre olsa da yayın içinde olan beldelerin doğuşu aynı olabilir. Nitekim yukarıda beyaz bölgede yer alan “A” noktası, yeşil bölgede bulunan “B” noktasına son derece yakındır. Ancak hilâl “B” noktasında görülebilmişken “A” noktasında görülememiştir. Aynı şekilde yeşil bölgenin en altındaki “C” noktasıyla en yukarısındaki “B” noktasının arası enlemsel olarak oldukça uzak olmasına rağmen her iki noktada da hilâl aynı anda çıplak gözle görülebilmiştir (bkz. Takî el-Osmânî, “Ru’yetü’l-hilâl”, Râbitatü’l-Âlemi’l-İslâmî Ru’yet Konferansı’nda Sunulan Tebliğ, s. 255).
Pek tabii ki yukarıda üç farklı renkle ifade eden ve ayın dünyadaki iz düşümünü yansıtan yaylar her ay değişmektedir. Bir ayda hilâlin doğuşu aynı dilimde tespit edilebilen iki belde, bir sonraki ay farklılık arz edebilir. Sonuç olarak iki farklı bölge için hilâlin doğuşu daima aynıdır veya faklıdır demek mümkün olamamaktadır. Yani ihtilâf-ı metâlî‘ için her kamerî ayda ince hesaplamalar yapmak gerekmektedir. Dolayısıyla ru’yet-i hilal hükmünün salt enlem-boylam veya uzaklık-yakınlık prensibi üzerine bina edilmesi mümkün görünmemektedir.
Matla‘ların farklılık göstermesi meselesini ise Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanmış olan ve 1437 Şevval / 2016 Temmuz ayını gösteren bir gözlem haritası üzerinden değerlendirmek mümkündür:
Haritada kırmızı hat içerisinde kalan bölgeler hilalin görülebilirlik sınırlarını ifade etmektedir. Buna göre Güney Amerika kıtasında kıtanın güneyine ve batısında Arjantin, Şili ve Peru gibi bazı ülkelerde hilalin görülebilecektir. Aynı şekilde tarih değişim çizgisinin doğusunda da; Güneydoğu Asya ve Avustralya kıtalarında Avustralya, Yeni Zelanda, Endonezya, Malezya, Tayland gibi ülkelerde görülebilecektir. Hilalin görülebileceği bölgelerin çok büyük bir kısmını, insanların yaşamadığı okyanus suları teşkil etmektedir. Haritada görüldüğü üzere karasal bazda, dünyanın çok büyük bir kısmında hilal görülemeyecektir. Öyleyse matla‘ın değişmesini ölçü almak Müslümanların vahdetini sağlamaya yetmemektedir.
Hatta matla‘ın değişmesi-değişmemesi ölçüsünü “iki beldenin aynı şer‘î gecede buluşması” kıstasına genişletmiş olsak bile filvaki “Müslümanlar arasında arzu edilen birliği sağlamak maslahatı” tahakkuk etmemektedir. Şöyle ki yukarıdaki haritaya göre, kırmızıyla belirlenen hat içerisinde kalan bölgelerde hilâl görülmeye başlanacaktır. Örneğin hilâl, A noktasında bulunan Güney Amerika kıtasındaki Lima şehrinde 4 Temmuz 2016 tarihinde saat 18.35 sularında görülecekken, B noktasında bulunan Sao Paulo şehrinde çıplak gözle görülemeyecektir. Buna göre ihtilâf-ı metâli‘e itibar edilmediğinde ve “aynı şer‘î gecede buluşma” ilkesi işletildiğinde Sao Paulo’da yaşayanlar hilâli göremeyecek olmalarına rağmen o gece oruca niyetleneceklerdir. Dikkat edilecek olursa aynı anda Sao Paulo’da tarih 4 Temmuz 2016 ve saat 19.35 sularıdır. İhtilâf-ı metâli‘e itibar etmeyip ru’yeti hükmî olarak, aynı şer‘î gecede buluşmaya bağlayanlara göre; Lima ve Sao Paulo aynı şer‘î geceyi paylaştıklarından Sao Paulo’da yaşayan Müslümanlar da Lima’dakilerle aynı tarihte bayram edebileceklerdir. Buna göre her iki şehrin bayramlarının ilk günü (yani 1 Şevval) 5 Temmuz 2016 tarihi olacaktır.
Ancak problem burada bitmemektedir. Haritada C ile işaretlenmiş olan Avustralya kıtasındaki Sidney şehri tarih değişim çizgisinin doğusunda yer aldığından hilâl göründüğü anda burada tarih zaten 5 Temmuz 2016 ve saat 9:35 olacaktır. Bu saat dilimi itibariyle Sidney’de şer’î gece de sona ermiş durumdadır. Dolayısıyla Sidney şehrinde yaşayan Müslümanlar bayramlarını 6 Temmuz 2016 tarihinde kutlamak durumunda kalacaklardır. Dolayısıyla “aynı şer‘î gecede bulunma” ilkesi de Müslümanlar arasında hicrî takvim birliğini sağlamada kesin ve bağlayıcı bir çözüm olamamaktadır.
Hanefî mezhebinde zâhirü’r-rivâye olarak tanımlanan “ihtilâf-ı metâli‘e itibar olunmaz” hükmüyle fakihlerin ne kastettiklerini iyi anlamak gerekir. en-Nukâye şârihi Şemsüddîn el-Kuhistânî’nin de vurguladığı üzere; Hanefîler teknik olarak ihtilâf-ı metâli‘e itibar etmedikleri gibi aslında ittihâd-ı metâli‘e de itibar etmemektedirler. Hanefîlerdeki yerleşik hüküm açısından düşünüldüğünde, onlar bir kozmik gerçeklik olarak ru’yet-i hilalde matla‘ların bir beldeden diğerine farklılık arz edebileceğinin farkında olmakla birlikte, hükmü matla‘ın değişip değişmemesine bağlamamışlardır.
Bu anlamda günümüzde Hanefîlerdeki “ihtilâf-ı metâli‘e de ittihâd-ı metâli‘e de itibar olunmaz” görüşünün -hangi amelî mezhepten olurlarsa olsunlar- Müslümanların vahdetini tesis etme bağlamında önemli bir fırsat olarak öne çıktığı görülmektedir. Nitekim Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çağrısıyla 21-23 Şaban 1437/28-30 Mayıs 2016 tarihleri arasında İstanbul’da “Uluslararası Hicri Takvim Birliği Kongresi” düzenlenmiştir. Bu kongrede alınan her iki kararda da, “ihtilâf-ı metâli‘e itibar olunmayacağının” net bir şekilde vurgulanmış olması dikkat çekicidir. Hanefî doktrindeki bu klasik yaklaşımı, vahdeti tesis etme adına fırsata dönüştürmek günümüz Müslümanları açısından son derece önemlidir.
Bu kararlar şunlardır: