Ahmet Yılmaz / samanyoluhaber.com
Ru'yet-i Hilal (Hilalin Görülmesi) Meselesi - 1
Allah’ın vazetmiş olduğu kevnî kanunlar mucibince ay, yerkürenin farklı noktalarında farklı saat dilimlerinde doğmakta ve batmaktadır. İbn Âbidîn (ö. 1252/1836) bu realiteyi şöyle dillendirmektedir: “İki belde arasında belli bir uzaklık söz konusu olduğu ve bu beldelerden birisinde hilalin diğerinden farklı olarak falanca gece tulû‘ edeceği anlamında ihtilâf-ı metâli‘ tartışma götürmez bir olgudur.” (Bkz. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr ‘ale’d-Dürri’l-Muhtâr, II, 393).
Hilâl, kavuşum olayının gerçekleşmesiyle birlikte güneşin batımının akabinde batı ufkunda ortaya çıkmaktadır. Güneş yeryüzünün tamamında aynı anda batmadığı için de hilâlin görülebilme zamanı bir beldeden diğerine değişkenlik göstermektedir. Hilâl, ru’yetin ilk gerçekleştiği yerden itibaren batıya doğru ilerleyerek değişmektedir. Hilâlin dünyanın değişik yerlerinde değişik zaman dilimlerinde görülmesi olayı, söz konusu farklılık sebebiyle ihtilâf-ı metâli‘ olarak isimlendirilmiştir (Bkz. İrfan Yücel, “Hilâl”, DİA, XVIII, 3).
Yukarıda vurgulandığı üzere ayın her gün bir öncekine göre daha geç doğup daha geç battığı bilinmektedir. Öyle ki bir süre sonra güneşten daha geç batmaya başlamaktadır. Teknik olarak güneş ile ay arasındaki değişken açı, ayın yüzeyine yansıyan ışığın dünya yüzeyinden görünmesi yani ru’yet için yeterli boyuta ulaştığında ay, güneş battıktan sonra, batı ufkunda hilâl biçiminde görülmeye başlamaktadır. Hilâlin batı ufkunda ru’yetiyle önceki ay sona ermekte ve yeni kamerî ay başlamış olmaktadır. Buna göre hilâlin görüldüğü gece yeni giren kamerî aya aittir. Sonuç olarak ihtilâf-ı metâli‘in güneşin, ayın ve yerkürenin hareketlerinden kaynaklanan âşikâr, kozmik, belirli, gözlemlenebilir ve inkâr edilemez bir olgu olduğu açıktır (Bkz. Sâyis, “Bahsü tevhîdi bidâyâti’ş-şühûri’l-kameriyye”, Mecelletü’l-fıkhi’l-İslâmî, sayı: 3, II, 939; Fethî ed-Düreynî, Buhûs Mukârene fi’l-fıkhi’l-İslâmî ve usûlih, s. 333).
Müslümanların pratik sahada karşı karşıya kaldıkları kozmik gerçekliğin elbette fiîlî ve hukûkî bir takım sonuçları söz konusu olmaktadır. Şâri‘ dini ibadetlerin başlangıç ve bitişlerinin tespitini zaman mefhumu ile ilişkilendirmiştir. Bir başka ifadeyle İslam’ın farz kıldığı ibadetlerden namaz, oruç, zekât ve hac için muayyen vakitler öngörülmüştür (Bkz. Mustafa Bülent Dadaş, “Tarihi ve Güncel Boyutlarıyla Yukarı Enlemlerde Oruç Problemi”, Diyanet İlmî Dergi, Sayı: IV, s. 12). Bu ilişkilendirme; günlük namaz vakitlerinde, namaz vakitleriyle ilintili olan imsak ve iftarda güneşle, oruç ve hac gibi dönemsel ibadet mevsimlerinin başlangıç ve bitişlerinin tespitinde ay ile ilgilidir. Aslında muamelata dair birçok hususun kamerî ayın tespiti ile ilintili olduğu görülmektedir. Eyyâm-ı biyz olarak tabir edilen her ayın 13,14 ve 15. günü ve Muharrem ayının 10. günü olan âşûre günü söz konusu olan mendup oruçları tutmak, Şevval ayının başında altı gün oruç tutmak, zekâtını verebilmek veya kurbanlık olup olmadıklarına karar vermek için hayvanların yaşlarını tespit etmek, kamerî takvimi esas alarak belirli günlerde yapılan adakları yerine getirmek, muallak nezirlerde mesela talakı bir kamerî ayın girişine bağlamak, alâmetleri tam anlaşılamayan hallerde bulûğu tespit etmek, îlâ ve keffâret gerektiren durumlarda süreyi belirlemek, iddette şer‘î süreyi beklemek gibi birçok husus buna örnek olarak verilebilir.
Günlük olarak icrâ edilen beş vakit namazda ve dolayısıyla imsak ve iftar vakitlerinin tespiti güneşin hareketlerine bağlanmıştır. Bu durum âyetle sabittir (Bkz. Tâhâ (20), 130; İsrâ (17), 78). Ancak fakihler günlük ibadetler bağlamında, konu güneşin hareketleri olunca, güneşin ihtilâf-ı metâli‘ine itibar edileceği hususunda görüş birliği içindedirler. Bu konuda asırlar boyunca Müslümanlar fakihler arasında icmâ‘ hâsıl olmuş durumdadır (Bkz. Düreynî, Buhûs Mukârene, s. 335). Mesela bir ülkenin halkı güneşin doğuşunu, bir başka ülkenin halkına göre aralarında bulunan mesafe ölçüsünde bir saat, iki saat ve hatta saatlerce sonra idrak edebilmektedir. Bir ülkede güneş batarken bu esnada yeryüzünün bir başka ülkesinde şurûk (güneşin doğmasından yükselmesine kadar geçen süre), zevâl (gökyüzünün ortasından batıya doğru hareket etme zamanı) veya asr vakitleri gerçekleşebilmektedir. Asr vakitleri dedik çünkü “asr-ı evvel”, ikindi namazının ilk vakti; “asr-ı sânî” ise ikindi namazının ikinci vakti demektir. İkindi namazının vakti, öğle namazının vaktinin sona ermesi ile başlar. Öğle namazının vaktinin ne zaman sona ereceği, fakihlerin kullandıkları delillerin farklılığı sebebiyle ihtilaflı olduğu için buna bağlı olarak ikindi namazın vaktinin başlayacağı zaman da ihtilaf konusu olmuştur. Buna göre İmam Ebû Yûsuf (ö. 182/798) ve İmam Muhammed (ö. 189/805) ile diğer üç mezhep imamına göre öğle namazının vakti, güneşin tepe noktasından batıya meyli sırasında oluşan gölge (fey-i zeval) hariç herhangi bir şeyin gölgesinin kendisi kadar olmasıdır. Bu durumda öğle namazının vakti bitmiş ve ikindi namazının vakti başlamış olur. İşte bu vakte “asr-ı evvel” (ikindi namazının ilk vakti) adı verilir. İmam Ebû Hanife’ye göre ise öğle namazı vakti “fey-i zeval” hariç, bir şeyin gölgesi kendisinin iki katı kadar olunca sona erer. Bu vakte ise “asr-ı sânî” (ikindi namazının ikinci vakti) adı verilir (Bkz. Kâsânî, Bedâi‘u’s-sanâi‘ fî tertîbi’ş-şerâi‘, I, 122; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc ilâ ma‘rifati me‘ânî elfâzi’l-Minhâc, I, 299; Desûkî, Hâşiye ‘ale’ş-Şerhi’l-kebîr, I, 177; İbn Kudâme, Ahmed, el-Muğnî, I, 269).
Günlük ibadetlerde güneşin yeryüzünün farklı noktalarında farklı matla‘larda belirmesine fıkhî açıdan itibar olunduğundan; namaz, imsak ve iftar vakitleri beldeden beldeye değişiklik gösterebilmektedir. Günümüz itibariyle yukarıda işaret edilen icmâ‘ sebebiyle Müslümanların yaşadıkları farklı beldelere göre farklı namaz vakitleri ve namaz vakitlerine bağlı olan imsak ve iftar vakitleri belirlemede bir zorluk yaşanmadığını söylemek mümkündür. Ancak bunun da bir istisnası vardır. Gündüz süresinin normalin üzerine çıkarak 20 saati aşabildiği yukarı enlemlerde ibadet vakitlerinin tam oluşmamasından kaynaklanan fiili realiteyi istisnâî bir durum olarak kabul etmek gerekir. Nitekim fakihler mesela oruç noktasında; hakiki vaktin esas alınması ve başka mutedil bölgelere takdir edilmesi gibi yöntemler geliştirmişlerdir. (Bkz. Mustafa Bülent Dadaş, “Tarihi ve Güncel Boyutlarıyla Yukarı Enlemlerde Oruç Problemi”, Diyanet İlmî Dergi, Sayı: IV, s. 32-49). Bu hususun da müstakil bir başlık altında ele alınmasının iyi olacağı kanaatindeyiz.
Ancak günlük olmayan, belli bir süreç ifade eden ibadet dilimleri, Şâri‘ tarafından hilâl ile ilişkilendirilmiştir. Başta oruç ayı olan Ramazan olmak üzere kamerî ayların ve Hac mevsiminin tespiti hilâlin tespitine bağlanmıştır (Bkz. Bakara (2), 189). Hilâlin hakikaten veya hükmen görülmüş olması kamerî ayların başlangıcı için ölçü kabul edilmiştir. Söz konusu olan hilâlin ihtilâf-ı metâli‘i olunca ise durum değişmektedir. Zira hilâlin ihtilâf-ı metâli‘ine şer’an itibar edilip edilmeyeceği öteden beri müçtehitler arasında tartışma konusu olmuştur (Bu konudaki değerlendirmeler için bkz. Sâyis, “Bahsü tevhîdi bidâyâti’ş-şühûri’l-kameriyye”, Mecelletü’l-fıkhi’l-İslâmî, sayı: 3, II, 938; Terzî, “Nazarât İslâmiyye fî tevhîdi’ş-şühûri’l-kameriyye”, Mecelletü mecma‘i’l-fıkhi’l-İslâmî, II, 845-873).
Acaba müçtehitler arasındaki görüş ayrılıklarının kaynağı ne olabilir sorusu bu aşamada öne çıkmaktadır.
GÖRÜŞ AYRILIKLARININ KAYNAĞI
Yukarıda da vurgulandığı üzere İslam fukahâsı bizatihi ihtilâf-ı metâli‘in vuku buluyor olması noktasında ihtilâfa düşmüş değillerdir. Onlar ihtilâf-ı metâli‘in gözlemlenebilir, ilmen doğru ve tecrübe ile sâbit bir olgu olduğu noktasında geçmişten günümüze görüş birliğine sahiptirler.
Fakihler aslında ihtilâf-ı metâli‘in hilâlin tespiti noktasında doğurduğu fiîlî sonuçların şer‘an dikkate alınıp-alınmayacağı noktasında farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Hilâlin faklı İslam beldelerinde farklı zaman dilimlerinde görülmüş olasına itibar edilecek midir? Yoksa edilmeyecek midir? Bu sorunun pratik sonuçları üzerinden örnek vermek yerinde olacaktır.
İhtilâf-ı metâli‘e itibar edilmediği zaman bunun doğuracağı sonuç şudur: Yerkürenin bir noktasında ru’yetin hakikaten veya hükmen gerçekleşmiş olması bütün diğer Müslümanları bağlayacaktır. Mesela dünyanın doğu coğrafyalarında ru’yet-i hilâlin gerçekleşmiş olması doğal olarak batıda tarafında bulunan İslam beldelerini etkileyecek ve ru’yet-i hilâl hükümleri -hilâli hakikaten görmeseler bile- onları da kapsayacaktır.
İhtilâf-ı metâli‘ doğurduğu sonuçlar bakımından muteber kabul edildiği takdirde ise bir yerde ru’yetin gerçekleşmiş olması, hüküm bakımından ru’yetin henüz tahakkuk etmediği başka bir beldedeki Müslümanları etkilemeyecektir. Birbirlerine ister yakın ister uzak olsunlar, her ülke Müslümanları kendi matla‘larında hilâlin tulû etmesini dikkate alacaklardır. Bu görüşe itibar edildiğinde -coğrafi olarak birbirine yakın olsun uzak olsun fark etmez- ülkeler arasında kameri ayların başlangıç günlerinin tespiti noktasında gün farkları oluşabilmektedir.
Telekomünikasyon ve iletişim imkânlarının son derece geliştiği, internet ve bilişim âleminde inanılması güç bir hızın yakalandığı günümüz dünyasında; bir bölgede meydana gelen bir gelişmeden, başka bir bölgedeki insanlar -ne kadar uzakta olurlarsa olsunlar- anında haberdar olabilmektedir. Teknoloji çağında, İslam’ın mensuplarının hâlâ farklı günlerde bayram yapmaları temelde ihtilâf-ı metâli‘ tartışmalarına dayanmaktadır. İhtilâf-ı metâli‘e itibar edildiğinde, bazı Müslümanlar Arafat’ta vakfe yaparlarken kendi ülkelerindekiler bayram yapabilmekte veya bayram yaparlarken ülkelerinde arefe günü idrak edilebilmektedir. Bir şekilde Müslümanların bir problemi olan ve İslam’ın vahdet anlayışıyla çelişen görüntüleri netice veren bu tablo ihtilâf-ı metâli‘ kavramı ile doğrudan ilgilidir.
Son derece girift olan bu konuyu günlük yazılar halinde değerlendirmeye devam edelim, Allah nasip ederse…