Taraf Gazetesi yazarı
Nabi Yağcı'nın eski sıfatı TKP genel sekreterliği. Partideki ismiyle
Haydar Kutlu olarak da tanıdığımız Yağcı,1989'da
Berlin Duvarının çökmesiyle başlayan süreçte, cezaevinde yargılanmayı beklerken başka türlü okumalar yaptı, kendini,
ülkesini ve dünyayı yeniden anlamlandırmaya çalıştı.
Özgürlüğüne kavuştuktan sonra derinleşen bu arayışı onu tasavvuf kültürüne götürdü. Şimdi üzerine yeni sıfatlar eklemeden farkındalığını gazetedeki köşesinin dışında bir kitaba dönüştürme aşamasında. Eminim siz de benim gibi "Dünyayı değiştirmeden önce kendini değiştir" diyen Yağcı'nın samimiyetine, açıklığına, abartısız ve dürüst üslubuna hayran kalacaksınız.
-Bir kitap yazdığınızı biliyorum. Hayatınızın muhase
besini mi çıkarıyorsunuz?
-Öyle klasik anlamda bir tarih ya da özgeçmiş anlatımı değil. İnsan benim yaşıma gelince herhalde daha çok çocukluk dönemine yöneliyor. Günlük hayatta koştururken bellek geriye doğru çalışmıyor. Biraz durunca geriye doğru daha çok çalışıyor. Sovyetler çöktükten sonra herkesin sorduğu niye böyle oldu sorusu benim de sorumdu. Geriye doğru şiddetli bir sarsıntıyla düşünmeye başladığınızda kendinizi, ailenizi, tarihi, kültürünüzü yeniden keşfetmeye yöneliyorsunuz. Yaklaşık 15 yıldır
Anadolu düşünce tarzını, tasavvuf öğrenmeye çalışıyorum. En çok ilgimi çeken Anadolu
Selçukluları oluyor.
Hani denir ya Anadolu mozaiktir. Ben diyorum ki, hayır değildir, ebrudur. Anadolu'daki büyük uygarlıkların biri öbürlerini asimile edememiştir.
-Çünkü mozaikte her biri kendisi olarak yan yanadır. Kaynaşma yoktur.
-Evet. Geçişler yoktur. Sınırlar keskindir. Özellikle Anadolu Selçuklu dönemiyle başlayan bir ebrulaşma var diyorum ve o tema üzerinde gidiyorum. Bu tabii beni hem o dönemin arkeolojisine, mimarisine, sanatına hem din öğretilerine götürüyor. Tabii resmi
İslam yorumu dışındaki yorumlar ilgimi çekiyor. İşte oradan da tasavvufa gidiyoruz.
-Solun dine mesafe koyması bir kayıp mıydı onun için?
-Hem de çok büyük bir kayıp. Bu mesafe yüzünden
halkı kaybetti. Kaybetti demek doğru değil. Bulmadı ki kaybetsin. Oraya ulaşamadı bile. İnançlar bir kimlik oluşturuyorsa, halkla temas kurmak o kimliği bilmeden mümkün olmaz. Ama din afyondur dediğin andan itibaren bu teması kuramıyorsun. Üstelikte din sadece
Allah'a inanmak meselesi değil, edebiyata kadar uzanan bir kültür. Aynı zamanda
toplumun bir harcı da. Sen bu kültüre vâkıf olamazsan bir defa dilin kopuk oluyor halktan. Mesela ben dün kullanmadığım sözcükleri bugün kullanıyorum. Adalet, hakkaniyet gibi.
-Adalet ve hakkaniyet kelimeleri solun literatüründe yok mu gerçekten?
- Genellikle yok. Bunların yerine eşitlik var. Daha çok
ekonomik temelin dili hakim. Yani manevi taraf yok ya da zayıf. Çünkü kapitalizm sömürü ve eşitsizlik getiriyor, dolayısıyla bizim esas meselemiz eşitlikti.
Eşitlik sağlanınca diğerleri de çözülür diye düşünülürdü. Adalet onun ürünü olabilirdi. Ama gerçekte eşitlikte bile
adaletsizlik mümkündü.
-Hatta bazen eşitliğin kendisi adaletsizlik getirebilir.
-Tabii, yeri geldiğinde eşitsizliğin kendisi de bir adaletsizlik getirebilir. Sovyetler'de bunu gördüm. Ne bileyim bir
işçi daha fazla alıyordu, bir aydın,
profesör çok daha az alıyordu. Bu adil bir şey değildi.
-Kadınların ağır işlerde çalıştırılması da öyle...
- Ayrıca insan
makine değil. Manevi değerleri,
inançları var. İşte adalet duygusu bir bakıma bir vicdan hareketi olarak ortaya çıkıyor. Buralara inebilmek için de vicdan diye bir kategorinizin olması gerekir ki onunla da insana, hayata bakasınız. Mesela vicdan sözcüğü de bizim için kullanırlığı olan bir kavram değildi.
-Bugün vicdanı nasıl tanımlıyorsunuz?
-Vicdani duyarlılık, inandığın ideolojileri, inançları, önyargıları aşarak, bazen de onlarla çatışma pahasına doğru gördüğün şeyin yanında olmaktır. Hümanist olmaktır aynı zamanda. Vicdanın sesi insanlığın derin sesidir. Halkın vicdanına ulaşabilmek önemli. Yani sadece bilinç dediğiniz bir kategori solda dile ve düşünce tarzına hâkimdir. Halk bilinçsiz ve siz ona bilinç taşıyacaksınız, misyon bu. İnsanın bugünkü acılarını gelecekteki kurtuluşu adına görmezden geliyorsunuz, görmüyorsunuz. Ama halkın vicdanını yakalayamazsanız eğer, o bilinç taşımak dediğiniz şeyin aslında saçmalık olduğunu da göremezsiniz. İşte bu tipik elitist düşünceye götürüyor. Yani halkı halka rağmen kurtarmak gibi
-Hem dil hem ruh olarak halktan kopuk olmak, solda sahte kahramanlar da yarattı diyebilir miyiz?
-Sahte kahramanlar da vardı kuşkusuz ama burada sözünü ettiğim samimi kahramanlık duygusudur.
Devrim uğruna canını verenler az değildi ama yalnız kahramanlarla sonuç alınamazdı ki. Solda yaratılan kahramanlık edebiyatı 12
Eylül'de polis sorgulamalarında kötü sonuçlar da verdi. İnsan işkenceye dayanamayabilir, dayanamayan
hain değildir ama sonra hainlik suçlaması çok yapıldı. İşte bu dediğim vicdani bir sorgulamadır.
Kahramanlar elbette olabilir ama herkes kahraman olamaz. Kahraman olmayanlar da hain sayılamazlar. Partiyi,
davayı, ideolojiyi, insanı gerçek dışı bu aşırı yüceltmeler yanlıştı. Gerçekte hayatın içinde değil, devrim romanlarında
yaşamıştık dün.
Bugün sol gruplar içinde durum farklı mı? Hem dil hem ruh açısından...
-Bence farklı. Yanlış da olsa dünkü kahramanlık duygusu yok bugün. ...mış, gibi yapılıyor yalnızca. Dil açısından benziyor belki ama ruhu yok. Bu daha iyi bir durum değil. Kötü bir
taklit bence.
-Yani sizin bu farkındalığınızı ve dönüşümünüzü çok insan yaşadı mı solda?
-Çok diyemem, ama elbette bu dönüşümü yaşayanlar oldu, birlikte olduğum, tanıdığım tanımadığım böyle çevreler var, fakat çok sayılmayız. Olsaydı zaten sonuçlarını görürdük.
ŞEYH BEDRETTİN'İ SAVCI SAYESİNDE ÖĞRENDİM
-Bu
eleştiri ve arayışlarınız nasıl başladı?
-
12 Eylül darbesinin hemen sonrasında partimizin içinde başlattık ama cezaevinde oldukça yoğun yaşadım bu arayışı. Ben cezaevindeyken zaten duvarlar yıkıldı. Şu olay benim için önemlidir. Devlet
Güvenlik Mahkemesi'nde yargılanırken hakkımızda düzenlenmiş olan
iddianame Şeyh
Bedrettin'den bahsediyordu, ve komünistlerin geçmişinin Şeyh Bedrettin gibi yobazlara dayanır diye laflar yazmış savcı oraya.
Savcının durup dururken Bedrettin'i niye davaya dahil ettiğini düşünmeye başladım. O zamana kadar Şeyh Bedrettin ile ilgili benim bildiğim Nazım Hikmet'in meşhur Şeyh Bedrettin Destanından ibaretti. Tabii onu çok defa okumuştum. Ama bilgim onunla sınırlıydı. İsyanını biliyordum ama Bedrettin'in fikirlerini,
felsefesini değil. Avukat arkadaşlarımdan Şeyh Bedrettin ile ilgili ne varsa bana getirmelerini istedim. İşte bu merakla Anadolu felsefesine doğru yol almaya başladım. Şeyh Bedrettin'i öğrendim.
Cezaevinden çıkınca da tabii devam ettim. Bu anlamda o savcıya borçluyum.
-Belki o savcının da bilgisi yoktu Bedrettin'den.
-Kesinlikle yoktu. Bırakın Bedrettin'i bilmeyi tarihimizi de doğru dürüst bilmiyordu. Zaten Türkçesi olağanüstü bozuk, hukuken de düzeyi düşük bir iddianameydi bu. Şeyh Bedrettin ile ilgili cümleleri ise küfrü aşmıyordu.
-Kimleri eklediniz başka okumalarınıza?
-Tasavvuf alanı çok geniş. İbn-i Arabi mesela bilinmez solda. Batı'da bilinir de biz bilmeyiz. Sosyolojide İbn Haldun'u fark etmeyişimiz gibi. İbni Arabi dediğim zaman özellikle soldan bakanlar bir şey anlamıyorlar. İslamcı oldu falan gibi düşünüyorlar benim için.
-Tasavvufi terimleri kavramsallaştıran bir isim o. Vahdeti
vücut vs...
-Gayet tabii. Ve daha bir çok düşünür var. Biliyorsunuz tasavvufta çok fazla yazılı metin de yok ayrıca.
-Ustadan çırağa aktarıldığı için.
-Öyle. Ama bu düşüncenin metinleri de zaman içerisinde oluşmuş. O metinlere ulaşma imkânım oldu. Onlarla ilgilenen insanlarla konuştum. Bu epey zamanımı aldı. Çünkü o literatürlere Kemalist eğitim almış,
Osmanlıca bilmeyen birinin
vakıf olması çok zor. Hâlâ da vakıf olduğumu söyleyemem. Hiç karşılaşmadığım, bakmadığım, şeylerdi bunlar. İnsan-ı kâmil nedir? Onun dereceleri nedir falan.
-Okuduklarınız sizi dönüştürmeye başladı mı?
-Tabii çoktandır dönüştürdü, dönüştürüyor. Dünyaya bakışım farklılaştı.
- Varlığı nasıl algılıyorsunuz şimdi?
-Yanıtı üç cümlede verilemeyecek bir soru bu. En önemlisi varlığı parçalamadan bir bütün olarak, bir olarak görebilmek, varlığı sonsuz ilişkiler bütünü olarak kavrayabilmek. Bilmekten çok algıyı önemsemek. İnsani iyi-kötü olarak kategorize etmemek, kötüde iyiyi görebilmek, kötülüğü değil ama kötü insanı da sevebilmek. İnsanı tek boyutlu görmemek. Dünyaya
akıl gözüyle değil gönül gözüyle de bakmak v.s. Örneğin Batı'nın empati kavramından daha derindir tasavvuftaki hoşgörü kavramı, bunu yazmıştım bir yazımda, ötekini kendinde görmek değil kendini ötekinde görmek gibi. Felsefi temelleri olan bu çok ciddi bir farktır bu. Tasavvufa olan ilgim beni Batıdaki heretik akımlarla da ilgilenmemi getirdi. Spinoza'yı keşfettim mesela. Ve hayran kaldım.
-Okuduklarım beni dönüştürdü dediniz ama nasıl dönüştürdüğünü anlatmadınız.
-Bu
tarif etmekten çok hissedilebilir, yaşanılır olan bir mesele. Halinize, konuşmanıza, ilişki tarzınıza sinen bir mesele. Bir defa insanın geleceğe bakışını değiştiriyor. Bugünü ve bugünün insanını, yaşayan insanını, hâli, ânı daha öne alıyorsunuz. Başkalarına karşı sizdeki
kibir ve
burun büyüklüğünü fark ediyorsunuz. Yani gelecekte yeni tip bir insan yaratma fikri solda hep vardır. Sadece solda değil, 1789 aydınlanması ile birlikte Batılı Modernizmin de zaten temel yaklaşımıdır bu. Yeni bir toplum, yeni bir insan yaratma. Pozitivist toplum mühendisliği yani.
-Bu da tepeden bakmacı bir yaklaşım tabii.
Tabii bu yaklaşım elitist anlayışla, tepeden bakmak şeklinde tezahür ediyor. Bugünün insanıyla birlikte yürümek o ne kadarsa o kadarla, ona rağmen değil ama onunla birlikte ileriye yürümek. İşte tasavvufta yol arkadaşlığı denen, yolda birlikte öğrenmek denen şey. Birlikte öğrenmek, birlikte değiştirmek.
BATI'NIN İNSANI BULMASI İÇİN BİZE İHTİYACI VAR
-Anadolu düşünce tarzı, felsefesi ve kültürü ile bugün arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?
-Bugün pozitivist modernizmin yitirdiği insanı, insanın manevi dünyasını ve aradığı hoşgörüyü ve hatta çok kültürlülüğü bulabilmek için Batı'nın bize ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Bize derken dünden söz ediyorum. Orhan Pamuk'a gösterilen ilgi rastgele değil. Fakat bunun için önce bizim kendimizi, kendi dünümüzü yeniden keşfetmemiz gerek. Bu ise büyük ölçüde entelektüel çabalara bağlıdır. Ancak bunun için Batı merkezci, taklitçi modernizmden kurtulabilmeliyiz. Bugünkü
Türkiye'nin entelektüel ikliminde bunu başarabiliriz. Batı'nın bize olan ihtiyacı en somut biçimde kendini "Medeniyetler buluşması" projesinde ifade ediyor. Bu proje de rastgele çıkmış değildir. Türkiye bu projenin eşbaşkanlığını,
İspanya ile birlikte üstlenmişti. İspanya da bu projeye rastgele dahil olmuş değildir. Anadolu ve İspanya (Endülüs) tarihte başkaları da var ama esas olarak üç büyük dinin, kültürün, medeniyetin, İslâm, Hıristiyan,
Yahudi, yan yana, iç içe barış içinde ortak yaşamanın örneğini vermişti. İşte dünyanın bu ortak yaşam modeline, yeni tür bir hümanizmaya şiddetle ihtiyacı var.
-Kitabınız çıktığında mesela ben TKP'nin kuruluşuna devletin katkısını, devletin sol
örgütlerle ilişkisini merak ederim.
-Şu anda böyle bir soruya
cevap için çok hazır değilim. Olup da söyleyemediğim için değil. Şu andaki bakış tarzım içerisinde o tür olaylar çok önemli yer almıyor. Önemsediklerim bunlar değil. Ama sorduğunuz için söyleyeyim. TKP'yi devlet kurdurmadı.
Atatürk'ün kurduğu bir komünist partisi var ama TKP değil o. Karıştırılıyor. Bugünkü TKP de eski bizim TKP değil. Yani 1920'de kurulan
Türkiye Komünist Partisi, TKP, Sovyetlerde kuruldu. Atatürk'ün kurduğu ise resmi komünist partisi diye geçer. Kendi kurdurdu kendi kapattı. Hatta bir gecede
İstanbul sokaklarında kırmızı fesli
paşalar, askerler, zabitler türer o tarihte.Ve Atatürk'ün yakın arkadaşları onun direktifiyle o partiye girdiler. Ama bunun gerçek komünist partisi ile ve komünizmle hiç alâkası yok.
-Peki sizin de üye olduğunuz o partinin devletle ilişkileri.
-Ben 1920'lerde kurulmuş olan TKP'ye bir üye oyarak girdim, değişik kademelerde çalışarak yöneticisi oldum. Devletle hiçbir ilgisi yok. İllegal çünkü. Devlet zaten yasaklıyor. Hiçbir zaman Türkiye Komünist partisi 1991 yılına gelene dek yasal bir parti olamadı. Ve onun önderleri, Mustafa Suphi ve arkadaşları Atatürk zamanında boğularak öldürüldüler, Trabzon'da. Devletin ancak düşmanlık ilişkisinden söz edilebilir.
-Devlet hiç mi sızmadı sizin partiye?
-Devlet her partiye sızar, sızmıştır. Size konuyla ilgili esprili bir şey söyleyeyim. Benim de üyesi olduğum, biraz önce sözünü ettiğim 1960 sonrası TİP içinde bir ara bir polis fobisi doğmuştu. Partiye polisin sızdığı, söyleniyordu ve herkes herkesten şüphe ediyordu. Bu konu TİP'in yönetiminde konu oluyor. TİP yöneticilerinden ince esprileriyle bilenen rahmetli -ki eskiden böyle demezdim, Prof. Sadun Aren bu konuda şöyle bir espiri yapıyor, " Çoğunluk olmadıkları sürece önemli değil." Sözünü ettiğim dönemde TİP'in her ilçesinde yoğun bir polis kuşkusu vardı, benim üye olduğum TİP Fatih ilçesinde de. Neredeyse herkes herkesten kuşkulanıyordu. Fakat hiç kuşkulanmadığımız biri vardı. Herkesin sevdiği, çok çalışkan biri. İlçe binasını o açar, o kapatırdı. 15-16 Haziran direnişi oldu. O meşhur fiili genel grevi. Sonrasında sendikacılar ve işçi temsilcileri tutuklanmış ve dava açılmıştı. O davada hiç kimsenin kuşkulanmadığı o kişi çıkıp polis olarak sendikacılar aleyhine tanıklık yapmış ve hepimizin ağzı açık kalmıştı. Onun için soldaki polis fobisi anlamsız. Uyanık olmak başka bir şey.
-Şimdi devlet bir
takım dini örgütleri, Hizbullah'ı hatta
PKK'yı devlet kurdurttu deniyor. Yani hiç sol örgütleri kurdurmuş olamaz mı?
-Somut olarak devletin doğrudan kurdurduğu bir örgüt bilmiyorum. 28 Şubat'ı düşünelim. Sağdan sola herkesi kandırabilmişlerdi şeriat geliyor diyerek. Bazı dinci örgütleri de kışkırtmışlardı. Ama durup dururken devlet niye kursun. Ama bir provakatif
eylem için var olan bir sol hareketi veya sağ, dinci hareketi kullanabilir. Yapısı uygunsa tabii. Onun içerisinden fraksiyonlar çıkartabilir. Örneğin silahlı mücadele diyen bir grup çıkartabilir. Tabii ki bunlar vardır. Ama PKK için d
e devlet kurdurdu denemez.
-PKK'ya devlet sızmış mıdır peki?
-Sızmış olması mümkündür. Koca bir örgüt çünkü. Ortadoğu'da özellikle silahlı mücadele veren bir örgüte sadece Türkiye'nin entelajans servisi değil, başka ülkelerinki de sızmış olabilir. Ama bundan kalkarak PKK polis örgütüdür, devlet kurdurmuştur denemez. Arkasında bugün çok ciddi kitlesel
destek olduğunu hepimiz görüyoruz, bu desteği de devlet sağladı denebilir mi? Veya devlet kurdurmuş ise niye bitiremiyor?
-Eskiden rahmetli kelimesini kullanmazdım dediniz. Allah uzun ömür versin, arkanızdan Allah rahmet eylesin densin ister misiniz?
-Böyle bir beklentim yok. Ama diyen diyebilir. Bu söz bizde aynı zamanda, tanımasa da insana insan olduğu için değer verme, sevgi sözüdür, densin isterim elbette. Ayrıca, inançlı insanlardan dostlarım, arkadaşlarım hiç de az değil.
SOL DİNE KARŞI OLMAYI İDEOLOJİ HALİNE GETİRDİ
-
Hayır, beklenti değil de, arzu. Allah'ın rahmetine nail olma arzunuz var mı?
- Ben inanç itibariyle ateistim. Tüm bunlar beni bir kültür anlamında, halkın değerleri ve dışımdaki gerçeklik anlamında ilgilendiriyor. Ateizm lafını uluorta, kimlik gibi kullanmak da pek hoşuma gitmez. Bayrak gibi sallamam. Siz sormasaydınız söylemezdim de. Materyalist dünya görüşü başka bir şeydir, ateizm başka. Daha doğru olarak ben materyalistim.İnanmak, inanmamak benim vicdanımla ilgili mesele, iç dünyamla ilgili. Fakat izm var ya sonunda, ateizm dediğinizde artık içten dışa çıkmış oluyorsunuz. Sol dine karşı olmayı da ideoloji haline getirdi. Bu yanlıştı. Siz inanırsınız, ben inanmam. Bu niye
siyasetin konusu olsun ki. Beni ilgilendiren, dine inanan insanların değerlerine,
özgürlüklerine saygı göstermek. Kuşkusuz saygı karşılıklı olmalı.
-Söyleşinin başında kitabı yazarken daha çok çocukluğa gidiyorum demiştiniz. Bugünkü arayışlarınızın izleri var mı o dönemde?
-Oğullar ve Babaları diye bir kitap çıkardı, daha doğrusu editörlüğünü yaptı Ahmet Nezihi Turan ve Gökhan
Yavuz Demir, benim gibi birçok insandan,
babaları üstüne yazmasını istedi. Benim orada yazdığım bir şey var ki beni yazmaya motive edendir. Tokat'ta bir evimiz vardı. Bu iki parçadan oluşan bir konak. Benim dedem, tarih kitaplarında Plevne kahramanı olarak geçen
Gazi Osman Paşa sülalesinden geliyor. Çocukluğumda Tokat'ta ondan kalma bir konakta oturuyorduk.
Konak diyorum ama daha ben çocukken yıkılmak üzereydi. Ve orada tek başına baba oğul olarak kalıyoruz, başka hiç kimse yoktu.
-Neden?
-Çünkü annem ben çok küçükken ölmüştü.. son çocuktum. Ve babam da beni çok sevdiği için bir daha evlenmemişti hiç. Yani üvey anne gelmesin diye. Benim çocukluğum orada geçti. Önde selâmlık denen, kaç odası vardı unuttum, bir konak. Arkada
harem denen bir başka büyük yapı. Evin büyüklüğünü anlatabilmek için söyleyeyim. Selâmlığın altında
deve kervanlarının kalabileceği genişlikte ahırı olan bir ev. Ve bu tabii tarihi bina idi, sit kabul edildi. Fakat devlet
restorasyon için hiç
yardım etmedi. Ve ev kendi kendine öyle çöktü. Muazzam bir tavanı vardı. İnanılmaz işlemeli, renkli. Hiç
restore edilmediği halde dün yapıldığı gibi canlıydı. Sonra o odanın tavanının göbeğini bekçiyi öldürüp alıp götürmüşler. Satmak üzere.
-Baba oğul ikiniz yaşıyordunuz. Hizmetçi yok muydu?
-Hayır. Zengin değildik ki.. Zengin bir sülalenin arta kalan döküntüleriydik.. Babam Belediye'de çalışan basit bir memurdu. Ev ise amca tarafıyla ortak. Başkaca da ciddi bir mal mülk yoktu. Asıl konuma gelemedim. Ön taraftaki selamlığın tepesinde bir oda vardı. Ve çok garip bir odaydı o. Böyle bir hamam kubbesi gibi düşünün. Tepeden aydınlatılıyor. Hiç penceresi yok. Ama etrafta çepçevre işlemeli dolaplar var.
Kitaplık olarak yapılmış. Babama sordum, bu oda ne odasıdır? Çünkü diğer odaların hiçbirine benzemiyor. Babam bana tefekkür odası dedi, yani düşünce odası diye açıkladı.
-Yani ne oluyormuş orada?
-Buraya bir şeyh gelirmiş. Hatta halen bir rahle duruyordu orada toz
toprak içinde. Burada okurmuş ve bu raflarda hep kitap varmış dedi. O sözler aklımda kaldı. Ve o zaman
yaşlı, sakallı bir adam vardı. Kitap ciltlerdi. Benim çok hoşuma giderdi bu. Beni de severdi. Ben gidip onu izlerdim. Çocukluk hafızamda o sakallı ihtiyarla babamın minderlerde oturup sohbet ettikleri kalmıştı. Babamın zaman zaman, belli belirsiz ağladığını da hatırlıyorum. Bir anlam veremezdim buna. Ağlıyor. Niye ki? Ama bütün bunlar öyle çocukluğumdan kalmış parça parça, silik, fotoğraf kareleri. Tabii bir anlam vermem o zaman için mümkün değildi.
Ne zaman mümkün oldu anlamanız?
-İşte tasavvuf ile tanışık olduğum zaman o sisler yavaş yavaş dağıldı. Bir netleşme oldu kafamdaki fotoğrafta. O zaman geriye dönüp anladım ki babam değil ama o kitap ciltçisi tarikat ehliydi. Babamın bana din konusunda söyledikleri de sonradan
yerli yerine oturmaya başladı. Ben bunu hep anlatırım. Altı yedi yaşlarındayken bana şöyle demişti. Ben dedi sen kendini bilene kadar dini vecibeleri anlatmakla görevliyim. Hakikaten elimden tuttu, camiye de götürdü. Ama ondan sonra yapıp yapmamak senin bileceğin iş dedi. Ama daha önemlisi şudur. Bana dedi ki, Allah'ı düşünerek bulacaksın.
-Ne düşündünüz peki?
-Ben tabii düşünmeye başladım babam bu lafı söyledikten sonra. Ama başka hiçbir laf da etmedi. Dedi ki, Allah'ı düşünerek bulacaksın. Ben de öyle düşünmeye başladım. Düşünüyorum düşünüyorum bulamıyorum. Kendi kendime dedim ki, herkes camiye gidiyor, namaz kılıyor ya, herhalde onlar düşünerek bulmuş ama ben bulamıyorum. Kendimden kuşku duymaya başlamıştım. Peki, ne yapmam lâzım? Kendimi eksikli gördüğüm için babama soramıyorum da. Yani herkes bildiği halde bir tek ben bilmediğim için kendimi ayıplıyorum. Çocukluk işte. O yüzden de utanıyorum ve soramıyorum Allah düşünerek nasıl bulunur diye. Bizim yanımızda komşumuz olan ortaokula mı gidiyordu o zaman lise mi bilemiyorum bir
genç vardı. Ona gittim, Allah nasıl düşünülerek bulunur diyemediğim için, nasıl düşünülür diye sordum.
-Yani düşünmeyi bilirseniz Allah'ı bulacaksınız. Peki ne dedi?
-Ben nasıl düşünülür diye sorunca önce şaşırdı, sonra salak mısın be, herkes nasıl düşünüyorsa sen de öyle düşünürsün dedi. Cevabımı alamamıştım. Bu soru üstüne düşünmek epey yordu beni. Fakat tabii bir cevap bulmam mümkün de değildi. Zamanla kafamda sönümlendi artık bu soru. Ama bir şeyi fark eder oldum. Düşünmek denen bir şey varmış. Hani her gün nesir yazıyormuşum da ben bilmiyormuşum gibi. Zannediyorum ki düşünme denen o insani faaliyete biraz yakınlaştırmıştı babam beni.
- Allah'ı düşünerek bulamadınız. Acaba bunun başka bir yolu var mı diye sordunuz mu?
-Şimdi mesele şu tabii. Bütün tasavvufta Allah'a severek bağlanmak var. Korkulan Allah değil sevilen Allah. Hatta daha da ileri boyutları var, aşk. Şimdi böyle baktığınız zaman tabii şunu diyebilirsiniz. İnsanlığı, hatta evreni birleştiren şey, sevgidir, aşktır. Bunu dediğim zaman buna isterseniz Allah diyebilirsiniz. Fakat bütünüyle mekanik, fiziksel bir şey olarak da açıklayabilirisiniz, enerji diyebilirsiniz, büyük
patlama vesaire diye de izah edebilirsiniz. Ama insandan kalkarak baktığınız zaman bu pozitivist izahın ötesine taşıdığınızda, içinizde bir aşk bulduğunuzda, onu eğer içkin hale getirebilirseniz o zaman bir bakıma dinin
batınî tarafını anlayabilirsiniz.
-Peki, aşka bu manada kalbinizin kapalı olduğunu mu düşünüyorsunuz?
-Hayır efendim, asla. İnsana, doğaya aşkla bağlıyım.
-Ama buradan yaradan fikrine sıçramıyorum diyorsunuz.
-Hayır sıçramıyorum. Derin konuşmak gerekir bu mevzuyu ama uzar. Mutezile ekolünün bir sözü var "Biz Allah'ı aramak için yola çıktık insanı bulduk" der.
-Evreni nasıl açıklıyorsunuz?
-Gereksinim duymuyorum. Merak ediyorum kuşkusuz herkes gibi. Yani değişik tarzda açıklanabilir. Şu anki var olan bilgi zaten sınırlı. Yarın daha da genişleyecektir. Büyük patlamayı
deneyerek görmeye çalışıyorlar. Öncesini kimse bilmiyor. Öyle bir problemim yok. Beni kim yarattı falan. Önemli olan şu: Dünyaya gelmiş biri olarak ben bu dünyayı insani değerler açısından çok zengin yaşayabilmeliyim. Bu dünyayı anlamlı yaşamalıyım. Beni bugün mutlu eden şey, kendimle ilgili farkındalığımdır. Ölene kadar da herhalde doğru olan bu olacak yani insanın yaşadığının farkına varması, anın farkına varmak, zamanın farkına varmak. Eskiden olsaydı bilinç gibi bir laf söylerdim. Şimdi farkındalık sözcüğünü çok seviyorum.
-Neyin farkındasınız şimdi?
-Yani bir yanlışın farkında olmak, doğrunun farkında olmak, yaşadığın anın farkında olmak, yanınızda akıp giden evrenin farkında olmak, bir damlada okyanusu fark etmek gibi. Özellikle benim tasavvufta keşfettiğim şeylerden bir tanesi an mevhumu. Bu anı görebilmek ki bu an gelecekle geçmişin iç içe olduğu, belki de bir
şimşek çakması sırasındaki aydınlanma gibi. Bunu fark edebilmiş olmak beni çok heyecanlandırıyor.
-Diyelim ki öldünüz ve gözünüzü yeniden açtığınızda öte dünya ile, Allah ile karşı karşıya geldiniz. "Farkındalık deyip durdum hayatta, meğer hiçbir şeyin farkında değilmişim" der misiniz?
-Kuşkusuz öyle derim. Bu da son bir farkındalığım olur. O zaman tabii O ne der onu bilmem. Asıl O'nun ne diyeceği önemli. Benimki değil ki. Madem ki beni yaratan O.
-Ne söylemesini istersiniz?
-Ona sığınırım yalnızca. O kadar büyük bir güç karşısında ne denebilir ki?
-Eski solcu arkadaşlarınız kızıyor mu size?
-Kızan da var, kızmayan da. Ben değişime sürekli vurgu yapan biriyim. Bazen kızıyordum kendime. O kadar da çok değişim lafı etme diye. Ama şimdi geldiğimiz noktada bakıyorum, herkes değişim demeye başladı. O nedenle şimdi arkadaşlarım beni daha iyi anlamaya başladılar sanırım.
-Siz kendinizi solun dönüşümünü sağlayan insan olarak görüyor musunuz?
-Yalnız ben değilim ama görüyorum tabii. Fakat böyle bir
bayrak taşımıyorum. Dönüşümünü sağlayan değil, bunun için çabalayan dersek daha doğru olur. Ben kendimi dönüştürmeye çalıştığım için oradan gelerek, bunun etkilerinin olduğunu görüyorum. Örneğin, "
vesayet rejimi" tanımını daha 1988'de DGM'de yargılanırken savunmamda söylemiştim. 2002'den itibaren Ak Parti'nin Türkiye için şans olduğunu, açık bir biçimde söyleyen, yazan biriyim, o tarihte yazanlar da olabilir ama bilmiyorum, solda belki de tek idim galiba o zamanlar. Tabii bu sol için çok iddialı bir şeydi. Sarsıcıydı. Adımı şokçuya çıkarmışlardı bir ara.
-Kim diyor bunu?
-Soldaki ler. Şimdi 1989'u söylüyorum. Değişim,
evet o andan itibaren şokçu diyorlardı şimdi artık demiyorlar. O tarihlerde Türkiye Birleşik Komünist Partisi olarak, çağın değiştiğini söylüyor yazıyorduk, ama biryandan da hâlâ Marksizm-Leninizm diye yazıyordu bizim parti bildirilerimiz. Cezaevindeyken düşündüm bu yanlıştı. Çağ değişmişti, artık emperyalizm çağından söz edilemezdi, öyleyse emperyalizm teorisi demek olan Leninizm de aşılmıştı artık. Bunu söylemek gerekirdi, söylemeden değişim olamazdı. Çok zorlandım ama sonunda söyledim yani yazdım dışarıya. Bunu söylemek bir şoktu o tarihte bizim için. Sarsıcı oldu. Tartışmalar yarattı. Kuşkusuz örgütlü hareketler, partiler dışında bu tür yeni şeyler söyleyenler de vardı. Tek biz değildik yani.
-Bugün ondan daha fazla şok edici fikirleriniz var mı?
-Yok artık.Veya şimdilik yok diyelim. Çünkü çokları artık oralara geldi. Geleceğe yönelik, sosyalizm için net bir şeyler söyleyemiyoruz. Yani o geleceğin nasıl olacağını bilemiyoruz. Ama eskisinin artık olamayacağını biliyoruz.
TÜRK SOLU ULUSALCI OLDU AMA TÜRKİYE SOLUNDAN BAHSEDEBİLİRİZ
-Peki, Türk solu bitti gibi bir cümleniz var mı?
-Hayır yok. Önce söylemeliyim ki, Türk solu demiyorum enternasyonalistim çünkü, Türkiye solu diyorum. Geçmişte de Türk solu vardı. Bu tanım milliyetçi vurgu taşıyan bir şey. Şimdide ulusalcı oldular zaten. Türkiye solundan söz edebiliriz ama.
-Var mı öyle bir şey?
-Örgüt anlamında söz ediyorsanız, ulusalcı olmayan bir iki parti var. DİSP, EDP var. Ama etkililik anlamında böyle bir şey yok tabii ki. Ama bu durum yalnız ülkemize özgü değil. Dünyada da sol krizde ve henüz çıkabilmiş değil.
-Ama yine de inandığınız ideolojinin sosyalizm olduğunu söylüyorsunuz.
-Söylüyorum. Fakat ideolojiden çok bir gelecek tasavvuru demeyi
tercih ederim. Ben insanlığın şu anda yaşadığı düzeni insanın hak ettiği adil, eşitlikçi bir düzen olarak görmüyorum. Bunun nedenini ise hâlâ kapitalizm koşulları altında olmamız diye görüyorum. Dolayısıyla kapitalizmi bugün tarihin sonu diye görmüyorum. O nedenle de solcuyum.
Kapitalizm aşılacaktır. Ama nasıl olacak onu bilmiyorum. Dün proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfının öncülüğü falan diyorduk.
-Şimdi bu kavramlar kullanılmıyor.
-İnsanlar eğer mütevazı yaşamazlarsa dünyanın sonunun geleceğini, maddi zenginliklerin sonsuz olmadığını gördükleri zaman, bu zenginlikleri adil paylaşmaz isek felaket olacağını kavradıkları zaman, adalet duyguları eşitsizliğe, sömürüye
isyan ettiği zaman, işte o zaman belki de kapitalizmin de sonu gelmiş olacak. Adına ne derseniz deyin, sosyalizm, komünizm...
-Gelecekte bu iki kelime hâlâ tedavülde olacak mı, yoksa artık sosyalizm, komünizmin dışında başka kelimelerle mi ifade edilecek o ütopyalar?
-Belki de başka kelimelerle. Ama o kelimeler bulunmadığı veya tedavülde olmadığı durumda ben kapitalizme alternatif olarak sosyalizm, komünizm sözcüklerini kullanmakta bir beis görmüyorum. Ama yarın bu sözcüklerle tarif edilmeyebilir o düzen.
-Siz devrim kelimesi yerine devrimsi lafını kullanıyorsunuz.
Evet ben devrimsi diyorum. Klasik anlamda halkın sokaklara dökülmesi,
iktidarın tepeden alınması gibi şeylerin artık devrinin geçtiğini söylüyorum. Ama Türkiye'de olanlara baktığım zaman da yaşanan dönüşümlerin sıradan olmadığını görüyorum. Bir tarafta
Ergenekon davası ile şimdiye kadar dokunulmayan subaylara dokunuldu. Darbe planları ortaya çıkarıldı falan. Kısmi anayasa değişikliği yapabildik.
Kürt sorununda henüz çözüm noktasında değiliz ama en azından dün tabu olan şeyleri konuşabiliyoruz. Başörtüsüne özgürlüğü zorluyoruz falan. Bunlar normal bir ülkede sıradan sayılacak değişimler değil. Hani devrim desen abartıyor denecek. Hani nerede kitleler? Nerede sokakta insanlar denecek. Ama öyle değil tabii. Yazıyorum, radikal
demokrasi yolunda demokratik dönüşümler diyorum buna .
KUTUPLAŞMANIN SEBEBİ OSMANLI'DAN KÜLTÜREL KOPUŞTUR
-Ama hala tek yol devrim diyen, işçi sınıfının iktidarı ele geçireceğini düşünen, eski jargonla konuşan solcular var.
-Öyle demelerine razıyım, ondan geçtim çoğu ulusalcı oldu. Bu anlaşılır gibi değil. 12 Eylül cuntası yargılansın diye, biz o madde kalksın dedik halkoylamasında. Ona bile yanaşmadılar. Zaten etkin değiller. Söyleyecek fazla bir şey yok üstlerine. Ben de o tür sol üzerinde durmuyorum hiç. Üzülerek söylüyorum bunu.
-Niye peki böyle?
-Bunda belki sol da tek başına suçlu değil. Bakın, niye bizde aydın hareketi keskin iki kutup haline geldi. Bunu yaşadık evet-hayır meselesinde. Buna hakikaten bir açıklama getirmek lâzım. Ben nedenini daha derinde görüyorum. Yalnız sol değil bizde aydınlar bir fikir hareketi yaratamadılar. Daha çok dışarıdan
ithal olarak alındı.
-Bunun nedeni ne?
-Neden, Osmanlı'dan kültürel kopuştur, kültürel olarak Osmanlı'nın reddidir. Örneğin
Cumhuriyettin kuruluş süreci içinde Fıkıh ilmi bir gecede bir köşeye atıldı. Peki, neydi Fıkıh? Osmanlının 600 yıldır süren toplumsal ilişkilerinin sosyolojisi. Bu bir medeni hukuktu aynı zamanda. Şimdi bu birikimi siz bir gecede atarsanız,
sosyal bilimlerinizin temelini oymuş oluyorsunuz. Çökertiyorsunuz. Ve cumhuriyete geçtik, İsviçre'den Medeni Kanunu tercüme edip aldık getirdik. Ceza Kanununu da İtalya'dan aldık. Tercüme hepsi. Onun arkasında bizim gerçek sosyal ilişkiler toplamımız, geleneğimiz yok. Çünkü batı toplumu içinden çıkmış yasalardı, hukuktu bunlar. Ama böylece, bizim sosyolojimiz, hukukumuz bir kenara atıldı. Ve dolayısıyla bizim aydınlarımız kendi toplumlarını tanıyarak, anlayarak fikir üretecek köklerden, besin kaynaklarından, metodolojiden yoksun kaldı. Buna dili de eklemek gerek. Uzatmayalım. Fizik,
kimya anlamında söylemiyorum elbette, pozitif bilimler ayrı bir şey.
-Ama sosyal bilimler öyle değil.
-Değil.
Tarihsel bir birikimi var. Bize ait olmak durumundadır o, ki bizim sorunlarımızı çözsün. Dolayısıyla bugün birbirimizi anlamaz durumda oluşumuz aydınlar içerisinde özellikle kendimizin fikir üretememesinin bir sonucudur. Kavramlar olarak da öyle. Tamam, Latin harfleriyle yazmaya ben bir şey demiyorum. Fakat sosyolojik kavramlar, felsefi kavramlar, edebi kavramlar tarih yüklüdür. Siz onu bir gecede atarsanız bütün o kavramların içini boşaltmış oluyorsunuz. Dolayısıyla birbirimizi anlamamızda mümkün olmuyor. Ben yazılarımda eski sözcükleri epeyce kullanıyorum. Birincisi, sevdiğim için kullanıyorum, bana anlamlı geldiği için. Ama dil de böyle bir şeydir. Beni ifade ettiği zaman dildir o. Bizde mesela felsefe üretimi yok gibidir. Belki yeni yeni daha çok İslami duyarlıklı aydın kesimler içinde var benim gördüğüm. Ve onu da çok önemsiyorum doğrusu. Ama laik dediğimiz o cumhuriyet kuşağı felsefeci oldu, ama filozof çıkaramadı pek. Belki birkaç isim sayılabilir.
-Ama yeni bir fikir üretemiyor.
-Yeni bir fikir üretemiyor. Sol için de bu böyle. Çünkü sol da gökten düşmüyor. Bu toprağın insanıyız biz. Eğer biz ayaklarımızın üzerinde baş taşıdığımızın farkında değilsek, fikir üretemiyorsak, felsefe yapamıyorsak gayet tabii düşünce tembelliği
baskın olacaktı. Eleştirici düşünce gelişemeyecekti. Ancak dışarıdan alacak, taklit edecektik. Dışarıda yükseliyorsa bir şey, sol hareket, bizde de yükseliyor. Çin vardı, Sovyetler vardı. Tamam o zaman somut bir şeydi. Tarifi kolay, biz de Sovyetler gibi olacağız. Ama nasıl Sovyetler gibi olabiliriz? Tarihsel, sosyolojik koşullarımız aynı mı? O deney bir daha tekrar edilemezdi oysa. Ama tekrar etmeye çalıştık. Ve başarısız olduk tabii ki.
-Siz
serbest piyasa dediğiniz zaman da şok yaratmıştı. Solda başka kırılması gereken hangi tabu kaldı?
-Tabu denir mi buna bilmiyorum ama üzerinde az durulan iki konudan söz edilebilir. Bir; sol halk olmalıdır. Halklaşmalıdır. Sol olduğunu ilkin unutup halk olmalıdır.