Daha sonra çıkan Sızıntı dergisinde de aynı konu resimlenerek okuyuculara takdim edilmişti. O Risalede, her şeyi tabiatın yarattığına, sebeplerin var ettiğine inanan ve müşrik olan inkar ve dalâletin farazi bir temsilcisi ele alınıp onunla karşılıklı konuşmalar yapılarak temsilî bir hikaye şeklinde gerçekler ortaya konuluyor:
En küçük bir zerrenin yaptığı işlerin ifade ettiği gerçekle, bir alyuvarın, bir hücrenin, tabiat tarafından, sebepler tarafından veya kendi kendine meydana gelmesinin imkansızlığı anlatılıyor.
Nefes alma ile ilgili hâşiyede şöyle deniliyor:
“Cenab-ı Hak, insan bedenini gayet muntazam bir şehir hükmünde yaratmıştır. Damarların bir kısmı telgraf ve telefon vazifesi görür. Bir kısmı da çeşmelerin boruları hükmünde kanın dolaşmasına vesiledir.” Kan ise içinde iki kısım yuvarlar yaratılmış. Bir kısmı alyuvar tabir edilir ki, bedenin hücrelerine erzak dağıtıyor ve İlahî bir kanunla tüccarlar ve erzak memurları gibi hücrelere erzak yetiştiriyor. Diğer kısım ak yuvarlardır ki, alyuvarlara nisbeten azınlıktadırlar. Vazifeleri hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır. Ne vakit müdafaaya girseler Mevlevî gibi daire şeklinde iki hareketle, sür’atli bir hareket vaziyeti alırlar.
“Kanın genel görünüş itibariyle umumî iki vazifesi var. Biri, bedendeki hücrelerin tahribatını tamir etmek. Diğeri, hücrelerin enkazlarını toplayıp, bedeni temizlemektir. Toplar damarlar ve atardamarlar namında iki kısım damarlar var ki: Biri sâfî kanı getirir, dağıtır, sâfi (temiz) kanı getirir, dağıtır, sâfi kanın mecralarıdır. Diğer kısmı, enkazı toplayan bulanık kanın mecrasıdır ki, şu ikinci ise kanı ‘ree’ denilen nefesin geldiği yere (akciğere) getirirler.
“Cenab-ı Hak, havadaki iki unsur (element) yaratmıştır. Biri azot, biri oksijen. Oksijen, nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı kirleten yoğun karbon elementini kehribar gibi, (mıknatısın çekişine benzer şekilde) kendine çeker. İkisi bileşim yaparlar karbonik asit denilen zehirli hava Karbondioksite dönüşürler. Böylece hem vücudun normal sıcaklığını temin eder, hem kanı temizleyip tasfiye eder. Çünkü; Cenab-ı Hak kimya fenninde, kimyevî aşk tabir edilen şiddetli bir münasebeti, oksijenle karbona vermiş ki; o iki unsur birbirine yakın olduğu vakit, o İlahî kanunla o iki element bileşirler. Fennen sabittir ki; bileşimden hararet hâsıl olur. Çünkü bileşim, bir nevi yanmadır.
“Şu sırrın hikmeti budur ki: O iki unsurun her birisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var. Bileşim vaktinde her iki zerre, yani onun zerresi bunun zerresiyle bileşim meydana getirir. Bir tek hareketle hareket eder. Bir hareket muallak (boşta) kalır. Çünkü bileşimden önce iki hareket idi, şimdi iki zerre bir oldu, her iki zerre bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Cenab-ı Hakk'ın bir kanunu ile hararete dönüşür. Zâten ‘Hareket, harareti doğurur’ yerleşmiş bir kanundur. İşte bu sırra göre, insan bedenindeki normal vücut sıcaklığı, bu kimyevî bileşim ile temin edildiği gibi, kandaki karbon alındığı için kan da temizlenip sâfî olur. İşte nefes dâhile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor, hem hayat ateşini tutuşturuyor. Çıktığı vakit ağızda İlahî Kudretin mucizeleri olan kelime meyveleri veriyor. ‘Sanatında akılların hayrete düştüğü Allah, Sübhandır; her türlü kusur ve noksandan münezzehtir.”
Allah’ın sanatlarına ibretli bir nazarla bakıp onları, evrime, tesadüflere, sebeplere ve tabiata verenlere ders verir mâhiyette şöyle diyor:
“Napoli’de Mercelline sahillerinde deniz hayvanlarının kabuklarından sanatkârane şekillerde yapılmış biblolar satarlar. Bu sergilerden birini seyrediyorum.
“İnsan eli büyüklüğünde bir manzara karşısında hayretle irkildim. Bu bir deniz mahlukunun kabuğu idi. Benim diyen bir ressamın yapamayacağı kadar renkli, parlak bir tablo karşısındaydım. Yeşil rengin türlü nüanslarından sedefin, içinde tatlı bir siklamen rengi dalgalanan baygın beyazlığına kadar bin bir rengin yaldızlı pırıltılarına bürünmüş bir tablo…
“Bu renkler öyle bir âhenk içinde şekilleniyordu ki, hayran oldum. Bu hayvanın adını sordum: Patellâ dediler; midye cinsindemiş.
“Bu kabuğun içi birkaç gün evvel gezdiğim Napoli krallarının muhteşem süslü sarayından daha câzibeliydi. Bu müstesnâ sanat eseriyle konuştum: ‘Patellâ, dedim, bu tabloyu muhakkak sen yaptın. Sen yaptın ya bu renkleri, bu yaldızları, bu sedefleri nereden buldun? Evet, bu birbirinin içinde bir musiki parçası kadar âhenkle sarmaş dolaş olmuş renkleri muhakkak sen bulup yerli yerine yerleştirdin. Bunda tereddüdüm yok. Ama bu sanatı nereden öğrendin. Sen de Napoli kralları gibi kendi çapında bir saray yaptın. Orası öyle, bunu bu insan aklımla iyi biliyorum. Ama merak ediyorum; onu bu derece muhkem ve ölçülü nasıl yaptın?
“Bu mini mini sarayı senin bünyene göre yapmak isteyen bir mimar kim bilir ne kadar çalışır. Sen mimariyi nereden öğrendin? Görüyorsun ya, ben insanım; oldukça aklım ve mantığım var. Bütün bunları senin yaptığını biliyorum da bazı teferruat hakkında şüpheye düşüyorum.”
“Patellâ, renkli sarayının menevişleri arasında bana gülüyordu ve şöyle diyordu: ‘Dostum ne yazık, aldanıyorsun. SEN FIRÇAYI RESSAM SANIYORSUN!..”
Aslında daha da kötüsü RESMİ RESSAM ZANNEDENLER VAR!..
Safvet Senih