Dün öğlen vakti Avusturya’dan çok sevdiğim bir dostum, meslektaşım aradı; sağ olsun, yazılarımızı takip ettiğini, beğendiğini belirtti. Ardından da: “Arada bir de, hani eskiden dergilere yazardın ya; o şekil soft yazılar da kaleme alsan” diye bir ricada bulundu. Ben de, “Yahu, kaç kere yumuşak ve keyif veren meselelerden bahsedip, hem kendi içimi, hem de okuyanların içini ferahlatmak için bilgisayar başına geçiyorum ama ülkemizden gelen şok etkisi yapan olayları her görüşümüzde, bu tür yazıları ötelemek zorunda kalıyorum.” dedim ve ardından ekledim, “Ama dediğin gibi olsun, ilk fırsatta…”
Bu konuşmayı da mutat tedavilerimden çıkmış eve doğru giderken yapmıştım. Hastane,
eczane arasında gidip gelmekten yorulmuş birisi olarak, yolda bu konuşmayı düşünürken, aklıma geldi:
“Yahu, bu yeni yıla girerken, “Biraz da
Mutluluktan Bahsedelim Artık” demiştim bir yazımda. Geçmiş yılın muhasebesini yapmaktan, mutluluğu bahsetmeye fırsat kalmamıştı. Okuyucularımıza da bir sonraki yazılarımızda borcumuz olsun, demiştik. Unuttuk gittik” dedim kendi kendime, hayıflanarak.. Eve gelince de uzun uzun düşündüm, bunca hengâme arasında mutluluktan nasıl bahsedebilirim, böyle bir sözü nasıl yerine getirebilirim, diye…
Ve o büyük
sürgün şairin meşhur dizeleri döküldü bir anda dilime:
“… sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
işin kolayına kaçmadan ama
gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil
ne de ak örtüde elmaların
ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
1961 yazı ortalarında Küba'nın resmini yapabilir misin
çok
şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem gayrının
resmini yapabilir misin üstat…”
“Saman Sarısı” isimli şiirinde Nazım Hikmet,
ressam dostu Abidin Dino’ya böyle soruyor, ondan; mutluluğu tanımlamasını, resmetmesini istiyordu.
Sanal âlemde bir resim dolaşıyor, “Abidin Dino’nun, Nazım’ın bu şiirine karşılık olarak çizdiği resim” diye. Hâlbuki o resim Amerikalı Dianne Dengel’e ait. Dino’nun bunu resmettiğine dair bir bilgi yok, ama Abidin Dino, Nazım’ın o şiirine, o da oturmuş şiirle karşılık vermiş.
Mutluluğun Resmi dediği cevabî şiirinde Dino, o çok sevdiği dostunun yurduna tekrar dönmesine bağlıyor bütün mutluluğu ve onun dönüşüyle birlikte ancak mutluluğun resmini çizebileceğini söylüyor ve şu mısralarla bitiriyordu: “İşte o zaman Nazım/ Yapardım mutluluğun resmini/ Buna da ne tual yeterdi;/ Ne
boya...”
Mutluluğun resmi nasıl bir şey olurdu bilinmez ama biz bu yazımızda gerçek mutluluğu sorgulayalım isterseniz, biraz da el yordamıyla..
…
MUTLULUK; ARAMAK MI, BULMAK MI?
Herkesin bir mutluluk anlayışı ve beklentisi var. Abdin Dino’da, özlediği dostuna kavuşma şartı ve beklentisinde olduğu gibi..
Çoğumuz için mutluluk; büyük hayalleri gerçekleştirmek ve büyük hazlar almak olarak algılanır. Mesela kendine güzel bir ev almakla, büyük bir villa yaptırmakla, en lüks arabayı almış olmakla, ya da devletin en yüksek makamlarına gelmiş olmakla…
Bunları arzulamak da, yapmak da çoğu zaman bir kuruntudan ibarettir. Bunları gerçekleştirmek için planlı bir çalışma da yoktur, ama yine de içten içe, “Ah bu hayalim bir gerçek olsa, mutlu olurdum şimdi!” denilir…
Bu hayaller için çabalansa da, bu gayeye gidilen yollarda hep gergin ve mutsuz olunur. Gayeye ulaşıldığında ise o hayal
hedef olmaktan çıkar ve büyüsünü kaybeder.
Hani hayatımızı ona ulaşmak üzerine programlamıştık, hani mutluluğumuzun anahtarı o hayalimizdi?
Ulaşılan hayal, gaye olmaktan çıkar, kazanılmış bir haktır şimdi sadece… Ya büyük hazlar? Bunlarla gerçek mutluluğu yakalamış olur mu insan? Büyük haz ve lezzetler, yaşanıldığı esnada bir mutluluk verir insana; ama sonra derin bir boşluk…
Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle: “Zevali lezzette elem vardır.” Yani lezzet ve tatların bitmesinde insana üzüntü vardır.
Çok arzuladığınız bir tatlının tadı bile boğazınızdan geçinceye kadardır. Sonra buhar olur, kaybolur gider lezzetten yana ne varsa…
Aslında mutluluk bazen -yine Bedüzzaman Hazretlerinin sözünün devamında denildiği gibi- elem ve kederlerin bitmesi demektir. Zira Yaradan da bazen kulunu sevindirmek için “devesini kaybettir, sonra buldurtur.” Kaybedilen bir sağlığın, malın bulunması başlı başına bir mutluluktur.
Haddizatında, mutlulukların o kadar büyük sebeplere dayanması gerekmiyor; bazen bir güneşin doğuşu, bir bebeğin gülüşü, bir bülbülün ötüşü…
Mutluluk belki de hangi pencereden baktığımıza bağlıdır. “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen de hayattan lezzet alır.”
Hayata hep karamsar
bakan kimseyi hiçbir şey memnun edemez, saraylarda da olsa mutsuzdur. Hayata karşı iyimser olan, olumlu bakan kimse ise zindanlarda da olsa mutludur.
Kederli olmamızın kaynağı ise çoğu zaman; “Kederli olup olmadığımızı düşünecek kadar boş vakte sahip olmamızdır.” (Bernard Show)
Belki de insan olarak mayamızda var, genetik bir
hastalık gibi; "Sahip olduklarımızı nadiren, eksiklerimizi her zaman” düşünmemiz… (W. Shakspeare)
Çoğu hastalığın kaynağı da bu kuruntu hâldir. Tıpkı Dr. Joseph Montague’in
ülser tarifindeki gibi: “Mide ülserlerine yedikleriniz neden olmaz. Ülserler sizi yiyenlerden oluşur.”
Bu kuruntu ve takıntının kısır döngüye dönüşmüş olması ise ayrı bir varta. Hani bir adam saçlarının iyice seyrelmesi üzerine doktora gitmiş ya. Doktora:
“Doktor Bey, saçlarım sürekli dökülüyor” demiş. Doktor da:
“Sizce neden olabilir?” diye sormuş, o adam da:
“
Stresten sanırım Doktor Bey” demiş. Doktor tekrar:
“Neye stres oluyorsunuz?” diye sormuş. Hasta da:
“Saçlarımın dökülmesine stres oluyorum Doktor Bey” demiş.
Saçının dökülmesine stres ettikçe saçın dökülüyor, döküldükçe stres, stres yaptıkça
saç dökülmesi. Netice; ışıl ışık bir kafa!
Hayatı yaşanılır kılan ve insanı mutlu eden belki de yaşatma duygusudur, yaşantımızda ulvi bazı maksatların olmasıdır. Disraelli’nin bu hususta çok anlamlı bir tespiti vardır: "Sadece elli-altmış yıl yaşamak için bu dünyaya geliyor ve yeri doldurulmaz saatleri, bir yıl içinde kendimizin ve herkesin unutacağı şeyleri kara kara düşünerek geçiriyoruz.
Hayır! Yaşamımızı dişe dokunur işlere ve duygulara, büyük düşüncelere, gerçek aşklara ve kalıcı şeylere adayalım. Çünkü hayat
küçük olmayacak kadar kısa.”
Bu da kendimizi tanımakla, yeryüzüne İlahi bir Güç tarafından ulvi maksatlarla gönderilmiş olduğunu bilmekle… Ve unutmayalım ki, bütün kâinatla birlikte, kalplerimizi de Var Eden “Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur” diye reçeteyi sunuyor nazarlarımıza…
Emerson’un şu sözü ile meseleyi özetleyelim:
“Siyasi bir
zafer, işlerinizin iyi gitmesi, hastalığınızın geçmesi, uzaktaki bir arkadaşınızın geri dönmesi veya son derece dış dünya ile ilgili bir olay moralinizi düzeltir, sizi güzel günlerin beklediğini zanne
dersiniz. Buna inanmayın, asla öyle olmaz. Size kendinizden başka hiçbir şey huzur ve mutluluk getiremez.”
Kendini/ mayasını tanıyan Yaratıcısını da tanır, O’nu bulur, “O’nu bulan ne kaybetmiştir ki, O’nu kaybedense ne bulmuştur ki..!?”
***
Ve gerçek huzuru bulma hususunda tarihi, ibretli bir hadise:
Rabia Sultan, bir gün evinin etrafında dolanmakta, yerde bir şeyler aramaktadır. Konu komşu yardıma gelirler.
- Ya Rabia, aradığın nedir, söyle ki biz sana yardımcı olalım, derler.
Rabia Sultan şöyle der:
- Eksik olmayın,. sağ olun. Evde
iğnemi kaybettim. Bir türlü bahçede bulamıyorum.
Bir komşusu:
- İlahi Rabia Sultan, der. Hiç evde kaybolan iğne bahçede aranır mı?
O Sultan da bu anı beklemektedir... Komşularına ve de kendisinden sonra gelecek bütün insanlara ders olacak şu sözler dökülür ağzından:
- Niye hayret ettiniz ki, sizin yaptığınızı yapıyorum. Siz de kalbinizde kaybettiğiniz huzuru ve mutluluğu dışarıda aramıyor musunuz? Ne farkımız var?
Komşular donakalır... ve mutluluğu, huzuru başka yerlerde arayıp duran bizler de!
Gerçek mutluluğu doğru yerlerde arayıp, tam manasıyla bulmamız dilekleriyle… (09
Şubat 2010)
[email protected]