SEÇİM SONRASI SARSILMALAR 3
“Yarattığı her şeyi güzel ve muhkem yaptı.” (32/7) ayet-i kerimesi yaratılan her şeyin güzel olduğunu ifade etmektedir. Hazret-i Bediüzzaman bu ayetten “her şey ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibarıyla güzeldir” hükmünü çıkarmışlardır.
Zahiri çirkin, şerli ve kötü gözüken şeyler dahi bir takım büyük güzelliklerin, hayırların ve iyiliklerin ortaya çıkmasına yol açtıklarından dolayı, yani, neticeleri güzel olduğu için yine de güzeldirler. On üçüncü Lema’da bu hususlar çok detaylı olarak ele alınmıştır. Bu sürecin doğru anlaşılıp yorumlanabilmesi için bu Lema’nın ciddi müzakerelerinin yapılması çok faydalı olacaktır.
Üstad Hazretleri, On üçüncü Lema’da, şeytanların, belaların, musibetlerin, şerlerin ve çirkinliklerin neden yaratıldığı sorusunun cevabında bu zahiri çirkin olan şeyler üzerinden Allah’ın meydana getirdiği hayırlara, iyiliklere ve güzelliklere dikkat çekmektedirler. İnsana verilmiş olan kabiliyetlerin gelişip ortaya çıkmaları için gerekli olan mücahede şeytanların ve muzır şeylerin varlığıyla mümkün olmaktadır. Aksi takdirde, insanların makamları da melekler gibi sabit olacaktı ve insanın yaratılmasındaki hikmetler gerçekleşmeyecekti. Buna binaen, insi ve cinni şeytanların insanlara saldırmalarına izin verilmektedir.
HAKİKİ TEVHİDE ULAŞMA VE NİMETLERİN KIYMETLERİNİN BİLİNMESİ
Cenab-ı Hakk’ın kullarının başına türlü türlü belalar ve felaketleri getirmesinin arkasında çok büyük hikmetler bulunmaktadır. Bunların en önemlilerinden birisi, belalar ve musibetler karşısında aciz kalan insanların çareyi her şeye gücü kuvveti yeten ve rahmeti çok geniş olan Rablerine sığınmakta bulmaları ve ona yönelmeleri ve böylece hakiki tevhide ermeleridir: “İnsanlar çoğu zaman belâ ve musibetlerle sarsıldığı, sebeplerin bi’l-külliye sukut ettiği, tutunacak bütün dalların ellerinden uçup gittiği zamanlarda zarurî olarak yüzlerini Allah’a (CC) çevirirler. İşte kolu kanadı kırılmış ve yapacak hiçbir şeyi kalmamış muztar durumdaki insanlar, her şeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi bir Zât’ın ancak kendilerine yardım edebileceğini idrak eder ve tam bir konsantrasyonla O’na yönelirler.
Evet, sebeplerin tamamen sukut ettiği yerde insanlar, vicdanlarını dinledikleri zaman, O’nun fevkalâdeden rahmet tecellilerinin kendilerini sarıp sarmaladığını ve sıkıntılara karşı kendilerini sıyanet buyurduğunu hissederler. İşte böyle bir anda insan, sebeplerin sadece bir perdeden ibaret olduğunu, perdenin arkasında ise Mutlak Kudret ve İrade’nin bulunduğunu anlar ki, bu da hakikî tevhide açılan bir pencere demektir.” “Musibetten Hakikî Tevhide Giden Yol”
Hizmet erleri bir taraftan sebepleri yerine getirmekle yükümlü olduklarının bilinciyle hareket ederken diğer taraftan her zaman her şeyi tamamen Allah’tan bilmeleri ve O’ndan (CC) beklemeleri gerekmektedir. Günümüzdeki yaşanan bu olaylardaki en önemli hikmetlerden biri olan bu hususta başarılı olacakları ana kadar, sürecin bitme zamanı gelmemiş demektir.
Bir diğer önemli hikmet ise, Allah’ın kullarına lütfedeceği o büyük baharlar, hayırlar ve güzellikler şartları oluşmadan verildiği zaman kıymetlerinin bilinememesi, uzun ömürlü olamamaları ve heder olup gitmeleri tehlikesidir. Yani, vakti gelmeden önce verilecek başarılar ve lütuflar gerçek ve tam anlamıyla gerçekleşemeyecekler, yarım yamalak ve eksik olacaklardır. Dolayısıyla da başka başka problemlerin ve arızaların ortaya çıkmasına da neden olabileceklerdir. Ayrıca, birtakım hayırların ve güzelliklerin ortaya çıkmasına engel oldukları için bunlar şer ve kötülük olarak kabul edilebilirler.
Allah’ın yaratmasında, dilemesinde, takdir etmesinde mutlak manada mükemmellik, güzellikler ve hayırlar vardır. Eksiksiz, kusursuz ve tamdırlar. Hazret-i Bediüzzaman, bu hakikati “Allah’ın murad buyurduğu (dilediği) veya takdir ettiği hayırlıdır” şeklinde ifade etmektedirler.
Eğer hadiseler insanların istedikleri zamanlarda ve arzuladıkları gibi gerçekleşecek olsalar, tam bir kaos olur, yeryüzünde fitne ve anarşiler yaşanır, düzen kaybolur ve kâinatın var edilmesinden beklenen gayeler gerçekleşmezlerdi.
Yine, insanın yaratılmasındaki o büyük hikmetler ortaya çıkmayacak, Allah’a muhatap olacak bir mahiyette yaratılmış olan insanların kabiliyetleri gelişemeyip güdük kalacaklar, onlara verilen donanımlar fonksiyonlarını yerine getiremeyecekler ve insan-ı kâmil olma yolunda mesafe kat edemeyeceklerdi.
KADER VE CÜZ-İ İRADE AÇISINDAN
Olaylar meydan gelmeden önce, sebepleri yerine getirmenin, çalışmanın ve dua etmenin, ama hadiseler meydana geldikten sonra ise ortaya çıkan neticelere isyan etmeyip rıza göstermenin iman hakikatleri içerisinde çok önemli bir yeri bulunmaktadır.
Günümüzde, Hazret-i Bediüzzaman’ın “Kader Risalesi’nde” çok net bir şekilde açıklayıp ortaya koydukları kader ve insan iradesinin kullanılacağı yerleri ve makamları bilip anlamayan insanlar, bu hususta çok büyük iman problemlerine düşmekten kurtulamamaktadırlar.
İnsanlar hadiseler meydana gelmeden önce sebepleri yerine getirmekle, ceht ve gayret sarf etmekle, dua etmekle yani kendilerine verilen cüz-i iradelerinin hakkını vermekle yükümlüdürler. Bunları yerine getirdikten sonra ortaya çıkan netice ve sonuçlar karşısında ise Allah’ın takdirine rıza göstermekle, yani kadere razı olmakla sorumludurlar.
Yani, neticeleri yaratmak, başarılı kılmak, galip getirmek veya mağlup ettirmek gibi hususlar tamamen Allah’a aittir. Bizler, bildiklerimiz dahilinde, hayırlı ve güzel olan şeylere talip olur, onların gerçekleşmesi adına sebeplere uyar ve dualarımızı yaparız ve bu bizim vazifemizdir. Ama, bizim istediğimiz şeyler veya gerçeklemesini istediğimiz zamanların hayırlı olup olmaması gibi şeyleri bilemeyiz.
Hadiseler ortaya çıktıktan sonra ise deriz ki, “Biz böyle düşünmüş ve böyle istemiştik ama Murad-ı İlahi başka imiş ve Allah’ın murad ettiği, dilediği ve takdir ettiği şey ise mutlak manada güzeldir, hayırdır ve doğrudur, ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibarıyla güzeldir. Bekleyip görelim, bakalım, bu işlerden de ne gibi hayırlar ve güzellikler çıkacak…”
İstediğimiz gibi olaylar gerçekleşmeyince, kula düşen “Demek ki hayırlı olan bizim istediğimiz tarzda veya zamanda olması değilmiş” demektir. Bu şekilde hareket ederek Allah’a karşı saygısızlık içerisine girilmemiş, onun rahmeti itham edilmemiş ve Allah hakkındaki güzel zanlar korunmuş olur. Buna muvaffak olan kullarına ise Allah’ın (CC) nice nice lütuflar da bulunacağı O’nun (CC) vaatleri arasındadır ve bu, tarih boyunca Allah’ın (CC) değişmeyen sabit bir kanunu olarak devam edegelmiştir: “Tarik-i hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenâb-ı Hakk’a ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler…
Evet, insanın elindeki cüz-ü ihtiyarî ile işledikleri ef'allerinde, Cenâb-ı Hakka ait netâici düşünmemek gerektir. Meselâ, kardeşlerimizden bir kısım zatlar, halkların Risale-i Nur'a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit, zayıfların kuvve-i mâneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor.
Halbuki, üstad-ı mutlak, muktedâ-yı küll, rehber-i ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, "Peygambere düşen, ancak tebliğ etmekten ibarettir" (24/54) olan ferman-ı İlâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa'y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünkü "Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir" (28/56) sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenâb-ı Hakk’ın vazifesidir; Cenâb-ı Hakk’ın vazifesine karışmazdı.” (17. Lema)
İnşaallah, konuya sonraki yazıda devam edelim…