13
Mayıs 2008 tarihli
mektup, Gül’ün 30
Nisan 2008’de muhalefet liderlerini kabulü sırasında
Mumcu ile aralarında geçen bir
diyaloga dayanıyor. Basına da yansıyan diyalog çerçevesinde Gül’ün talebi üzerine kaleme alınan mektubu okurlarımıza sunuyoruz
Anavatan Partisi lideri Mumcu’nun Cumhurbaşkanı Gül’e mektubu
ESAS SORUN, SİYASAL SİSTEMİN YANLIŞ KURGULANMIŞ OLMASIDIR
Türkiye, bir ‘siyasal
sistem krizinin’ içinden geçmektedir. Bu krizin ideolojik göstergesi
laikliktir. İktidar partisi hakkında açılan
kapatma davası bu krizin yeni bir safhasıdır. Önümüzde belirsizlik ve
kaos vardır ve krizin devlet krizi haline dönüşmesi ciddi bir olasılıktır.
Yaşanan sürecin sorumluluğunu yargıya veya demagojik bir üslupla
statükoya yüklemek yanlıştır. Siyasi sorumluluğun da kabul edilmesi gerekir. Meseleyi oluruna bırakmak doğru olmayacağı gibi, inisiyatif alınması,
siyaset mekanizmasının harekete geçirilerek bir şeyler yapılması da zorunludur.
Teşhisler doğru konulmalı ve yanlış teşhisler üzerinden tartışmaya bir son verilmelidir. Sorun
Anayasa’nın öngördüğü siyasal düzenin
kendisindedir. Bu düzen, değiştirilmediği takdirde, aynı olumsuzlukları
üretmeye devam edecektir.
Hatta, güncel bir kriz olarak kendini gösteren sistemde mevcut sorun, güncelin çok ötesinde,
Lozan Anlaşması ile kurduğumuz statükonun -bağımsız devlet, milli ekonomi, tek millet gibi değerlerin- geleceğini de sarsabilecek mahiyettedir.
MEVCUT ANAYASAL DÜZEN BOZUK BİR TASARIMIN ÜRÜNÜDÜR. SİSTEMİN ZAAFLARI ARTIK GÖRÜNÜR HALDEDİR.
Bir tek
seçimin sonuçları dahi devletin tüm fonksiyonlarını, dolayısıyla güçlerini
tayin etmeye imkân vermektedir. Bu gerçeği dürüstçe ve içtenlikle görmeliyiz. Bu yapının doğru olmadığını da kabul etmeliyiz. Yüzde 35 oy alan bir partinin, parlamentoda yüzde 70’lik bir üstünlük elde ettiği görülmüştür. Bu gücün ise demokratik işlemediği, Siyasi Partiler Kanunu’nun zaafları nedeniyle dar bir kadro hegemonyasına girebildiği ortaya çıkmıştır.
Mevcut anayasal düzen, yasamada üstünlüğü ele geçiren siyasal odağın, icrada olduğu kadar, kademeli olarak yargıda ve tüm devlette hâkimiyet tesisine elveren bozuk bir tasarıma dayanmaktadır.
Sonuçta parlamento, dar bir kadronun ıstampası haline gelebilmektedir. Yasalar, istenirse istenildiği şekilde çıkarılmakta; istenmediğinde ise gerekli olsa bile çıkarılmamaktadır. Böylece, yürütme dar bir kadro ile bütün yapılara hâkim olabilmekte ve
Parlamento denetimi de işletilememektedir.
Dahası, aynı parlamentonun
cumhurbaşkanını belirlemesiyle, aynı kadro bu defa devletin yargı erki ile diğer kurumlarına da
egemen olabilmektedir. İşte bu noktada, “büyük zaaf” kendini açığa vurmaktadır: Sistem bütünüyle kendisini, yetkilerini
sigorta olarak gördüğü ve
kilit taşı konumuna yükselttiği cumhurbaşkanının iyi niyetine bırakmıştır. Nitekim, şahsınızın cumhurbaşkanı seçilmesi etrafında
yürütülen tartışmalar sistemin bu büyük zaafını daha görünür hale getirmiştir.
Sistemin kendisini savunmak için neredeyse hiçbir imkân veya araca sahip olmadığı açıktır. Parti kapatma ya da
demokrasi dışı müdahaleleri bir
araç veya yöntem olarak kabul etmek de mümkün görülmemelidir. İktidar partisi hakkında açılan
kapatma davasının arka planında, laiklikle ilgili sorunlar ve siyasal iradenin bu konudaki üslubundan öte, esasen bu zaafla yüz yüze gelmenin yarattığı tedirginlik ve kaygı vardır.
Türkiye’nin demokrasisi, güçlerin tek merkezde toplanmasına yol açıyor. Bir tek seçim sonucu, bütün mekanizmaları yönetip belirliyor. Bir tek seçim sonucuyla devletin tüm güçleri ve kurumları bir tek merkezin elinde toplanabiliyor.
Neticede, ülkemizde sadece hükümet ve yasamanın değil, yargı, üniversite, ordu ve tümüyle bürokrasinin; devletin tüm kademelerinin aynı kadronun belirleyiciliğine açık hale gelmesi, hatta bu kadronun uzantısına dönüşmesi bu sistem içinde mümkündür. ,
MUTLAK İKTİDARIN AÇMAZLARI
Ülkenin selameti; demokratik kültüre, kamuoyu baskısına ve iyi niyete emanettir. Fakat görülüyor ki, medyanın mahkûmiyeti kamuoyunu etkisizleştirmektedir. İdeolojik kutuplaşma ise uzlaşmayı imkânsızlaştırıyor. İyi niyet işlemiyor; çünkü klasik
kural hükmünü icra ediyor ve mutlak
iktidar mutlaka bozuyor.
Elbette ki, kusurlu düzenin sorumlusu siyasi iktidar değildir. Evet, siyasi irade gerekli iyi niyeti göstermemiştir.
Hükümet etmeyi boyunduruk altına almak olarak anlamış, kusurları kullanarak tahakküm alanını genişletmiştir.
Kaygılar karşısında özenli davranmamıştır. Fakat bu nedenlerle bütün sorumluluk ona yüklenemez.
Çünkü başka bir kadro partisi de iktidarda olsaydı aynı şekilde davranabilirdi.
Teslim etmek gerekir ki, ortaya çıkan tablo büyük çapta eşyanın tabiatı gereğidir ve kaçınılmaz bir sonuç gibi görünmektedir.
Gelinen aşamada, Türkiye’nin siyasal sisteminin, bir kadro partisinin çoğunluğu elde etmesi durumunda, ‘çoğunlukçu diktatörlük ya da parti devleti rejimine’ doğru bir sapmaya müsait olduğu açığa çıkmıştır.
Bilindiği gibi; çoğulcu, anayasal demokrasi güçlerin tek elde toplanmasına izin vermez. Devlet fonksiyonlarının farklı ellere dağıtılması ve bunların hem kendilerini hem de birbirlerini denetlemeleri esastır. Aksi takdirde
özgürlükler teminatsız kalır. Çağdaş demokrasiler ise özgürlüklerin önceliğine dayanırlar. Halkın yönetimi anlamında demokrasi, ancak ve sadece özgürlük ilke ve değerlerine dayandığı ve bunları temin edebildiği derecede makbuldür. İnsanlığa büyük bedeller ödeten mutlak demokrasi devri çoktan kapanmıştır. Bir kişinin veya bir azınlığın mutlak hâkimiyeti ile çoğunluğun mutlak hâkimiyeti arasında bir fark yoktur. Hatta ikincisi daha yıkıcı olabilmektedir.
YAŞADIĞIMIZ SİYASAL KRİZİN DIŞAVURUMU, LAİKLİKLE İLGİLİ ANLAYIŞ FARKLILIKLARI ÜZERİNDEN GERÇEKLEŞMEKTEDİR. YANLIŞA KARŞI BİR BAŞKA YANLIŞ DİKİLMEKTEDİR.
Yaşadığımız siyasal krizin dışavurumu ise laiklikle ilgili anlayış farklılıkları üzerinden gerçekleşmektedir. Laiklik milli egemenlik ilkesinin diğer yüzüdür. Bu anlamda, devlet erklerinin yegâne referans kaynağının beşeri irade olması demektir.
Bununla birlikte laikliğin, dinin toplumsal hayattan da tasfiyesini isteyen bir ideolojiye dönüştürülmesi kabul edilemez. İktidar partisi hakkındaki iddianamede böyle bir yanlış anlayış yansımaktadır.
Kutsala olan inanç ve bağlılığın, dinin statik ve bilimsel olmayan bir “düşünce” olduğu iddiasıyla adeta küçümsenmeye çalışılması ise, yadırgatıcı ve dar
görüşlü bir tutumdur. Laikliği ideoloji haline sokan anlayışın, dinin toplumsal hayattan tasfiyesi için devleti işlevlendirmeyi talep ettiği açıktır.
Devlet, toplumsal hayatı ladinileştirme misyonu üstlenmeye zorlanmaktadır.
Devletin inançlardan bağımsızlığı ilkesi, devletin yurttaşlarını inançsızlaştırması şekline büründürülmek istenmektedir. İşte bu da, çoğulcu demokrasiden bir başka otoriter sapmadır.
İktidar partisinin başörtüsü sorununun çözümünde seçtiği yöntem yanlış bulunabilir. Şahsınızın, izale etmesi beklenirken, bu yanlışa geçit vermiş olması da eleştirilebilir. Siyasal iktidar sözcü ve mensuplarının problemli bazı söylem veya fiilleri de söz konusu olmuş olabilir. Ve fakat, bütün bunlar, laikliğin toplumun inancının karşısına çıkarılmasını haklı göstermez. Yanlışa karşı bir başka yanlış dikilmektedir. Türkiye bu açmazla karşı karşıyadır. Bu yaklaşımın anayasa yargısıyla benimsenmesinin kaçınılmaz sonucu, devlet-toplum, resmi ideoloji-toplumsal hayat çatışmasıdır ki, en uzak durmamız gereken tehlike budur.
Milletiyle didişen bir devlet zafiyete mahkûmdur. Milletini kaybeden, toplumsal rızaya dayanmayan bir devlet yaşayamaz.
Ama unutulmamalıdır ki, üzerinde yaşadığımız coğrafyada ancak devlet varsa ve güçlüyse millet olarak var olunabilir. Aslında, örgütlü güç birliği anlamında devleti yetersiz toplumlar, millet kalamazlar, dinlerini dahi koruyamaz ve yaşayamazlar, vatanlarında güven içinde var olamazlar, hak ettikleri refahı başkalarına devretmeye mahkûm kılınırlar.
İÇERİDE AĞIR BİR KRİZ YAŞANIRKEN, DIŞARIDAN BİRTAKIM SÜREÇLER KURGULANABİLECEĞİ DE DİKKATE ALINMALIDIR.
Bekle-gör anlayışına teslim olunmamalıdır. Rehavet çare değildir. Beklenirse görülecek olan da bellidir. Anayasa Mahkemesi’nin özgürlük alanını daraltıcı veya parti kapatma yönlü kararlarının tetikleyeceği sosyal ve politik süreçler, Türkiye’yi potansiyel tehlikelere sürükleyebilir.
İçeride ağır bir kriz yaşanırken, dışarıdan birtakım süreçler kurgulanabileceği de dikkate alınmalıdır. İçerideki iktidar çekişmesinin, devletimiz ve milletimiz için egemenlik zafiyetine dönüşmesi ihtimali yadsınamaz.
Kürt meselesi etrafında biriken gerilimin din-laiklik veya muhafazakârlık-modernlik bağlamlarında çoğaltılarak ve derinleştirilerek büyümesi, Irak’ın yapılanmasıyla ilgili ortaya çıkması olası gerilimlerle, global ekonomik kriz dalgasıyla beraber düşünüldüğünde; Türkiye’nin bir iktidar boşluğuna, istikrarsızlık dönemine tahammülünün olamayacağı görülmelidir.
Varolan gerilimin hesaplaşmaya dönüşmesinin milletin kazanımlarını tehlikeye atacağı şuuruyla hareket edilmelidir.
Erkan Mumcu: Anavatan Partisi Genel Başkanı