- AK Parti içindeki çok sayıda insanın yolsuzluk iddialarına inandıklarını çok yakından biliyorum.
- İstanbul Yedikule’deki kulelerle ilgili Erdoğan 'haberim yok' demişti, oysa ben bunu on kez kendisiyle tartıştım.
- Cumhurbaşkanı, ben görevden alınmadan 8 ay önce aleyhimde çalışıldığını söylemişti.
- Mısır olayı çıkınca, psikolojisi daha da bozuldu Başbakan’ın.
- Erdoğan Gezi'de iktidar gidiyor sandı.
- Ortadoğu'da liderlik hayali Cemaatle ipleri kopardı.
- Erdoğan Mavi Marmara'nın gidişine öfkeliydi.
Ertuğrul Günay, “Akif, ‘Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı’ der. Bu teceddüt ve yenileşme çizgisi yok, Erdoğan’da. Dünyevi saltanat çizgisi var! Emevi saltanatının anlayışıdır, bu” diyor.
Ertuğrul Günay Hükümetin bir çok konudaki bakış açısını ilk kez bu röportajında açıkladı, skandal gerçekleri bir bir sıraladı. İşte gündeme oturacak o röportaj;
ORTADOĞU’DA LİDERLİK HAYALİ, CEMAAT’LE İPLERİ KOPARTTI
Düşmanı, ‘dış mihrak’ ve ‘faiz lobisi’nden, Cemaat’e nasıl evirdi?
Her şey, dershanelerle başladı deniyor; ama her şey, 2010’da Sayın Erdoğan’ın Ortadoğu lideri olma hayali kurmasıyla başladı. 2011 Seçimleri’nde yüzde 49’u yakalayınca, içeride yeterli zemini bulduğunu hissetti. Dışarıda da hazırlıklı geziler yapılıyordu. İsrail ve destekçilerine yönelik söylemlerinden sonra, kendisine, “Size AB kapıları zaten kapandı; ama Arap sokaklarında çok etkili olabilirsiniz” denildi. O da buna inandı.
İnandıran kim?
Ben bu konuda Ahmet Davutoğlu’nun çok olumsuz etkileri olduğunu düşünüyorum. O halka içinde başka danışmanlar da var.
Ali Bulaç, yaptığımız röportajda, bunların yeni İttihatçılar olduğunu söyledi.
İttihatçılık, yeni bir ruhla Osmanlıyı ayağa kaldırma düşüncesiydi. Osmanlının erken mahvına sebep oldu. İttihatçılarla belki dünya görüşleri bağdaşmıyor; ama hayalleri bağdaşıyor. Röportajınızı okudum ve Ali Bulaç’la birebir aynı düşünüyorum. Burada, Cemaat’le bakış açısının farkı da ortaya çıktı.
Nasıl?
Ben, Hocaefendi ile 1994’te bir kez el sıkıştım. Bütün hukukum gıyabidir. Ama özellikle bakanlığım sırasında dışarıdaki okulların kalitesini görünce, bunun hayra vesile olduğuna inandım. Batının bu coğrafyada Robert Kolej’le, Galatasaray Lisesi’yle yüzyıllar önce yaptığını, gecikmiş biçimde şimdi biz yapıyoruz. Cemaat’in bakışı, Müslümanlığı ve Türklüğü, eğitim yoluyla anlatmaya çalışmak ve bunu evrensel kılmaya çalışmak. Hâlbuki Erdoğan’ın vizyonu evrensel değil, bölgesel. Burada kaçınılmaz bir çatışma var. Bütün ilişkinizi Arap coğrafyasıyla kurmaya kalkarsanız, dünya üzerinde yapacaklarınızı sınırlarsınız.
EMEVİ SALTANATI GİBİ ‘AHİRETİ DE SATIN ALIRIZ’ SANDILAR!
Yani Cemaat’in suçu, siyasal İslamcı, ümmetçi olmaması mıydı?
Bence öyle! Bunu son günlerde daha fazla düşünmeye başladım. Bediüzzaman üzerine yaptığımı yeni okumalarda da, bu işin eğitimle, dünyanın bugününden kopmadan yapılması gerektiğini fark ettim. Tarihi geriye doğru değil, ileriye doğru sürdürmeye çalışmak... Akif, “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” der. Bu teceddüt ve yenileşme çizgisi yok, Erdoğan’da. Dünyevi saltanat çizgisi var!
O saltanatın parayla mı geleceğine inandı?
Emevi saltanatının anlayışıdır, bu. Egemenliğinizi bu dünyada kurduğunuz zaman, ahireti de satın aldığınızı düşünüyorsunuz!
MAVİ MARMARA’NIN GİDİŞİNE ÖFKELİYDİ
Mavi Marmara olayı da bölgesel ile global olanın çatışması mıydı?
O tartışmada, gerçek, dışarıya yeteri kadar yansımadı. Mavi Marmara Olayı olduğunda, Başbakan’la birlikte Brezilya’daydık. Haberler geldiğinde, Başbakan hiç mutlu olmadı, geminin gidişine öfkelendi. Kontrolsüz, devlet sorumluluğu taşımayan bir hareket olduğu konusunda nitelemeler yaptı.
Kendisinden izin alınmış mıydı?
Zannetmiyorum; ama içeriye ve dışarıya karşı, orada yurttaşlarımız öldüğü için savunmak zorunda kaldık. O günlerdeki bir sözüm, Fethullah Gülen’e bir cevap gibi algılandı. Dedim ki, “Dışarıdan bakınca belki öyle gözüküyor”
Bunu söylerken kastınız neydi?
“Biz de içeride bunun sıkıntısını yaşıyoruz; ama siz onu oradan fark etmiyorsunuz” demekti. Biz de aynı sıkıntıyı yaşıyorduk; ama yurttaşlarımız öldüğü için dışarı yansıtamıyorduk. Başbakan aslında paylaşmadığı bir düşünceyi paylaşır gibi yaptı. Bunun toplumda karşılığı olduğunu görünce de o söylemi devam ettirdi.
PARTİDEKİ BİRÇOK İNSAN, YOLSUZLUĞA İNANIYOR
25 Aralık’tan beri bir darbe var, Türkiye’de! Ama o darbe, hukuka, emniyete, devletin kurum ve kurallarına karşı yapıldı! Ortada bilgiler, belgeler, deliller, kasalar, paralar, kutular, tapeler var. AK Parti içindeki çok sayıda insanın, 17 ve 25 Aralık’taki iddiaların doğruluğuna inandıklarını çok yakından biliyorum.
İnandıklarını neden yüksek sesle dile getirmiyorlar?
Çünkü 12 yıllık iktidar bir işletmeye dönmüş vaziyette.
Nasıl bir işletme bu?
Milletvekilleri tekrar milletvekili olmak istiyor. O milletvekillerinin yakınındaki insanlar, elde ettikleri pozisyonları korumak istiyor. Ayrıca siyasetçilerin kamudan sağladığı imkânların çok daha fazlasını alabileceği mekanizmalar kuruldu. İhaleler belli bir merkezden kontrol ediliyor. “Kupon arazi” sözünü öğrendi, Türkiye!
BAŞBAKAN, YEDİKULE’DEKİ KULELERİ BİLİYORDU
Bakanlığınız döneminde, kupon arazilerden haberdar mıydınız?
Başbakanın telaffuzları nedeniyle, bir ölçüde haberdar olmaya başlamıştık, 2011 Seçimleri ve sonrasında.
Nasıl haberdar oldunuz?
2011 Seçimleri’nin hemen ardından, İstanbul Yedikule’deki kulelerle ilgili -‘Küstüm Kuleleri’ diyorum ben onlara Başbakan, “Yaptıklarından haberim yok” demişti. Oysa ben bu konuyu on kez kendisiyle tartıştım.
Yani bize yalan söyledi…
Bu sözcüğü kullanmam; ama doğru söylemediğini biliyorum! Hem dilimle, hem kalbimle bunu iki cihanda da tekrar ederim. O olaydan sonra, biraz daha içeriden bakınca, özel arazilerin Başbakan tarafından yakından takip edildiğini gördüm. Örneğin, metruk olarak gördüğüm, belediyelerin de yıllardır kullanmadığı yerler, turizme tahsis için istediğimizde bize verilmedi. Bir yatırımcıya açık ihaleyle dahi teklif edilmediğini; ama bunun değerlendirilmesi gerektiğini söylediğim zaman, “Oraya bakıyoruz, talip arıyoruz” denildiğini gördüm.
YEŞİLKÖY-YEDİKULE HATTINA ÖZEL İLGİSİ VARDI
Nerelerdi, bahsettiğiniz yerler?
Örneğin Atatürk Havalimanı’ndan Eminönü’ne giderken, Yedikule civarında, belediyenin depo olarak kullandığı, deniz kıyısındaki araziler… Bunların Başbakan tarafından bizzat takip edildiğini gördüm. 2012’de kamuyla ilgili bütün taşınmazların kiraları ve satışları ya da uzun süreli tahsisleri, Başbakanın imzasına geldi! Orada, Başbakanın bütün bunları bir merkezde topladığını gördüm.
Bunları gördükten sonra itiraz etmediniz mi?
Bazı saf yürekli bakanlar, Bakanlar Kurulu’nda bunları gündeme getirdik.
Ne dedi size?
Başbakan ısrarla böyle olması gerektiğini savundu. Havuz medyası mekanizmasının kökünün, bütün imzaların Başbakanda toplanmasında yattığını bu olaylar çıktığında anladık.
HAVUZ’U 2012’DE FARK ETTİM
Havuzun varlığından haberdar değildiniz?
Hayır, o zaman bilmiyorduk. Ama Başbakan bütün imzaları kendisinde toplayarak, o önemli kupon arazilerin tahsisinde bazı mükellefiyetler getirmiş, o işleri alması gereken kişilere. Böylece bir kanalda toplamaya başlamış, sistemi kurmuş. Başbakan şimdi “Cemaat beni aldatmış” diyor ya, aslında aldanan varsa, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iyi şeyler yapacağına inanan bizleriz!
Ne kadar süre aldandınız?
2012 yılında bir başka senaryonun yazıldığını gördük. O yıl, Başbakanla, resmî toplantılar dışında bir diyaloğumuz kalmadı. O toplantılar da soğuk ve gergin geçiyordu. 2013’ün başında görevim sona erdi. Ama ondan önce birkaç kez, bazı bakan arkadaşlarıma, “Hayırlı bir eşikte bu işi bırakmak istiyorum” demiştim. Ama Başbakan benden önce davrandı. (Gülüyor)
CUMHURBAŞKANI, ALEYHİMDE ÇALIŞILDIĞINI SÖYLEDİ
Gitmemekte neden direndiniz?
Başladığım işler vardı. 2011 Seçimleri’ne girmeyebilirdim. Ama o seçimler sırasında ben, Gaziantep’te Zeugma Müzesi’ni açabildim. Van’da, Diyarbakır’da, Urfa’da, Hatay’da, Afyon’da, Uşak’ta halen takip ettiğim müze ve kültür merkezi inşaatlarımız var. Yüzüstü kalacak kaygısı taşıyorum. Nitekim de kaldı. Ben onları 2013’te bitirmeyi düşünüyordum; 2014 bitiyor, birçoğunun akıbeti meçhul. Bir de takip edip engel olmaya çalıştığım şeyler vardı.
Mesela?
İstanbul’da tarihi siluetin korunmasına dair çok sayıda talimatım var. Orada bir layüsellik, keyfilik olacağını hissetmeye başladığım için direnebildiğim kadar direndim. Cumhurbaşkanı, ben görevden alınmadan 8 ay önce, iyi tanıdığınız bir gazeteciye “Ertuğrul Bey’in aleyhinde çok çalışıyorlar” demişti. “Biliyorum, ben” dedim. Yaptığımız işlerle bize büyük bir özgüven gelmişti. Bakanlıkta, “Siz bir 10 sene daha gidersiniz” havası vardı. Genel müdürüme, müsteşarıma “İstanbul’daki rant lobisi, bizim canımızı okuyacak” demiştim.
Makam meraklısı olsam, birçoğunu tenzih ederim; ama beni gördüklerinde hak veren, dışarıda susan arkadaşlarım gibi susar, işlerime bakardım. 4 bin eser getirdim Türkiye’ye. Bakanlıktan ayrıldığımda doruktaydım. Kulelere, silueti bozan inşaatlara, sit alanlarına yapılan müdahalelere susar, koltuğumda oturmaya devam ederdim. Ama bugünkü suçlamalar içinde ben de hak ettiğim payı alırdım! Mesela, ayrıldıktan 5 ay sonra Gezi Parkı Olayları başladı. Ben, Gezi Parkı’na bakanken itiraz ettim. Başbakan’la son kavgamız da Gezi Parkı’yla ilgiliydi.
GEZİ’DE, ‘İKTİDAR GİDİYOR’ SANDI
Başbakan’ın Gezi Parkı projesinin başlangıcı nedir?
2012’de, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’yle birlikte, bizim dışımızda bir proje çalışması yürütüyordu. Ama kaçınılmaz olarak bizim kurullarımıza gelecekti. Geldi ve kurulumuz reddetti. Ben de ret kararını destekledim. Çünkü malzeme analizi yok, binanın alanda izleri kalmamış, üzerinde 80-90 yıllık bir ağaçlık oluşmuş, binanın krokisi yok. Üç tane fotoğraf var. Üstelik de Osmanlı geleneksel mimarisinde hiçbir yere oturmayan bir yapı. Bununla İstanbul’daki son yeşil alanı da yok edeceksin.
Bakanlar Kurulu’nda Başbakan’la bu konuyu şiddetle tartıştık. Ertesi hafta benim bakanlığım bitti! Ben ayrıldım, Başbakan’ın baskısıyla kurul kararı yeniden görüşüldü ve kabul edildi. Ama 4 ay sonra ağaç kesmeye başladıklarında Türkiye ayağa kalktı!
O mağlubiyet, Başbakan üzerinde ne tür etkiler yarattı?
O mağlubiyet, ilginç bir konjonktürde oldu. Kamuoyundan bunu sakladı; ama ABD’den kötü dönmüştü. ABD’ye gitmeden önce de Gezi’yle ilgili, “İstedikleri kadar itiraz etsinler. Ben söylüyorsam yapılır” tavrı içindeydi. Fakat bunu kabul etmeyen toplum ayaklandı. Yurtdışından da morali bozuk gelince, ‘ayağının altından iktidar ve Türkiye kayıyor’ hissine kapıldı.
Partide de bir panik havası oluştu mu?
Kendisinde oldu. Zaten üçüncü seçimden sonra partideki bütün mekanizmalar işlemez hale geldi. Sadece Erdoğan’ın dediklerini yapanlar, etkili ve belirleyiciydi.
O isimler, havuzla ilişkisi olanlar mı?
Havuzun parçaları ya da havuza katkı yapmış isimler… Arkasından Mısır olayı çıkınca, psikolojisi daha da bozuldu Başbakan’ın. İnsanları sokağa dökerek bir anlamda, “Bana ve iktidarıma bir sokak hareketi başlatırsanız, sokağa daha büyük güçler dökerim” tehdidini yaptı. 17 ve 25 Aralık’taki yolsuzluk tartışmasında da mızrağın çuvala girmediği anlaşıldı.
6 AY İÇİNDE ESED’İN GİDECEĞİNİ SÖYLEDİ
Ahmet Davutoğlu’yla dengelerin değiştiğini söylediniz. Deniz Zeyrek de olası Başbakan adayının Davutoğlu olduğunu yazdı…
Zannetmiyorum. Çok büyük bir talihsizlik olur. Dış politikada geldiğimiz nokta, bir iflas tablosu. ‘Komşularımızla sıfır sorun’, bence güzel bir hayaldi. Bunun turizmde de, ticarette de ekmeğini yedik. Ama sonra vazgeçildi. Suriye’nin çıkmaz sokak olduğu belliydi. Bakanlar Kurulu’nda iki buçuk yıl önce Suriye uyarısı yaptım.
Ne dediniz?
“Burası Baas’ın kurulduğu yerdir. Sanmayın ki Baas’ı Sünni ve Şii Araplar kurmuştur. Bu bir Arap milliyetçiliği hareketidir. Karşınızda beklenmedik çevreleri bulacaksınız. Yönetimin çok garip ittifakları olduğunu göreceksiniz. Kaldı ki bir muhalefet yok. Suriye, Arap coğrafyası içinde istihbarat anlamında en sağlam kökleri olan devlettir. Dışarıdan adam taşıyarak onu yıkamazsınız” uyarısı yaptım.
Karşılığı?
Başbakan, “Sen kendini üzme, 6 ay içinde bitecek bu iş” dedi. Sayın Davutoğlu, vadeyi kısalttı. “6 ay sürmez efendim” dedi. Türkiye elini ateşe sokmadan, bu coğrafyada ağırlığını sürdürebilirdi. Hatırlayın, Türkiye, Suriye-İsrail arasında bir dönem hakemlik yapabiliyordu, bu ona itibar getiriyordu. Batının bu coğrafyayla ilgili mutlaka fikir danıştığı konumdaydı, Türkiye. Şimdi kimse Türkiye’nin fikrini sormuyor. Kendimizi tecrit ettik. Türkiye’nin Başbakanı bir buçuk yıldır Gazze’ye gidemiyor. Alay konusu oldu. Konuşabileceğimiz bir muhatabımız kalmadı. Varsa yoksa Katar Emiri! Bu, değerli yalnızlık falan değil: tecrit edilmişlik.