Gazeteci Yazar Ahmet Altan babası Çetin Altan'ın “2008 Yılı
Kültür ve
Sanat Büyük Ödülü”nü aldığı törende
ödülden daha başka bir şey gördüğünü söyledi ve yazısında o gördüğü başka şeyi şu sözlerle anlattı:
“Ama orada bir ödülden daha başka bir şey gördüm. Seksen iki yaşındaki bir yazar konuşurken, bir başbakanla kültür bakanı, iki
genç delikanlı gibi bir kenara çekilip ayakta dinlediler. Birçok şey gördüm ama bunu hiç görmemiştim. Böylesine
doğal bir nezaket, böylesine zarif bir saygı...”
Çetin Altan ve başbakan
Talih bazen, insanı kuşkulandıracak kadar iyi davranır birine.
“Ben bunu hak ediyor muyum” diye sorarsın kendine.
Bu çağın en büyük yazarlarından birinin, Çetin Altan'ın oğluyum ben.
Ve hep “ben bunu hak ediyor muyum” diye sorarım.
Bu “armağanı” hak edebilmek için uğraşırım.
Talihe olan borcumu ödeyebilmek için tek yapabildiğim, babamın yürüdüğü yolda, onunki kadar parlak, güçlü, etkili adımlarla olmasa da yürümeye çabalamaktır.
Önceki
akşam babamı Aya İrini'nin sahnesinde izledim.
Sanem'in deyimiyle, “seksen yaşında biri olarak çıktı sahneye ve kırk yaşında biri olarak indi.”
Yaşlılık, onun hınzır ruhunun üstüne örttüğü ince bir harmaniye gibidir, yazmaya ya da konuşmaya başladığında, beni her zaman çok şaşırtan zekâsının rüzgârı, önce hafif hafif kıpırdatır o örtüyü, sonra iyice sallamaya başlar, sonunda o harmaniye uçar gider ve ortaya genç bir adam çıkar.
Öylesine gençtir ki onun o hali, onun yanında
küçük bir kedi yavrusu gibi duran ben, kendimi
yaşlı bir adam gibi hissedip, onu “oğlum” gibi görmeye başlarım.
Kendinden yaşlı olan “oğluna” hayran bir “baba” olur çıkarım.
Bakmayın böyle yazdığıma, elbette böyle şeyler söyleyemem ona, nerde bende babama “seni oğlum gibi görüyorum bazen” diyecek cesaret, ben babamdan korkarım.
Bir şey söylemesine gerek yok, gözlerinde belirecek küçücük bir “bunu beğenmedim” ifadesi beni derinden sarsmaya yeter.
Garip bir ilişkidir çünkü bu.
O benim babam ama o Çetin Altan.
Onun yazdığı ve söylediği cümleler belirledi benim hayatımı.
Babaca değildi öğütleri hep yazarcaydı.
“Yazıya
ihanet etme,” dedi, “bu ihanetlerin en büyüğüdür.”
Bir yazarı izleyerek büyüdüm.
Yazarlar, yüz binlerce, milyonlarca insanın dikkatini çeken büyük bir ışık gibidirler, o ışığı onların içinde yanan nasıl bir ateşin yarattığına
tanık oldum.
O ateş, milyonları ısıtıp aydınlatırken yazarın kendini de yakar.
Bir yazar olabilmek için bazen bir yaşamdan vazgeçmek gerekir.
Kendimi bildim bileli onun yazılarını okurum, birçok yazısını ezbere bilirim, birçok yazısı bana hayatta nasıl durulması gerektiğini öğretmiştir, başkalarına öğrettiği gibi.
Ama ben o yazılardan başka şeyler de gördüm.
Cebinde sadece elli
kuruş varken gazeteden nasıl
istifa ettiğini gördüm.
Her sabah tek başına evden çıkıp mahkemelere gittiğini gördüm.
Bir şafak vakti, darbecilerin polisleri onu almaya geldiklerinde, onlara nasıl gülerek, “ben hazırlanırken bir
kahve için beyler” dediğini gördüm.
Bir hapishanenin parmaklıkları arasında nasıl yaralı bir
aslan gibi durduğunu gördüm.
İlk torununun yüzüne ilk kez
demir bir kafesin arkasından bakarken yüzünde beliren gülümsemeyi gördüm.
Yeryüzündeki bütün yazarlar gibi yazar olmanın tek kişilik çilesini çekerken, bu ülkede yazar olmanın getirdiği belaları nasıl sırtlandığını da gördüm.
Meclis'te onu
linç etmeye kalktıklarında eve, yüzlerce adamın alçakça çiğnediği mosmor vücuduyla döndüğünü gördüm.
Ben
Taksim Meydanı'nda onun elli bin kişiyi bir sözüyle güldürüp, bir sözüyle ayağa kaldırdığını gördüm.
Sıkıyönetim mahkemelerinde savunmasını yaparken, onun sözlerinden korkan askerî yargıçların nöbetçilere “susturun onu” diye nasıl bağırdıklarını gördüm.
Doğru bildiğini söyleyebilmek için bütün taraftarlarını ve dostlarını kaybetmeyi göze aldığını gördüm.
Ben onun, bugün ikisi de başka diyarlara uçmuş olan annesiyle karısına sövdüklerinde nasıl yumruklarını sıktığını gördüm.
Ben onu gördüm.
Ben onu her yerde gördüm.
Ben sadece “baba” dediğim bir adamı değil, ömrüm boyunca bir yazarı gördüm.
Bugün böyle bir yazı yazıyorsam, bunu babam için değil, bir yazar için yazıyorum.
Ben onu önceki gün Aya İrini'de gördüm.
Bir ödül veriyorlardı.
Ama orada bir ödülden daha başka bir şey gördüm.
Seksen iki yaşındaki bir yazar konuşurken, bir başbakanla kültür bakanı, iki genç delikanlı gibi bir kenara çekilip ayakta dinlediler.
Birçok şey gördüm ama bunu hiç görmemiştim.
Böylesine doğal bir nezaket, böylesine zarif bir saygı...
Belalarla kutsanmış bir hayatın herhangi bir noktasında karşılaşacağımı sanmadığım, bu topraklarda pek rastlanmamış bir sahneydi.
Bundan etkilendiğimi
itiraf edeyim.
Nasıl bir ülkede yaşadığımı biliyorum, yazarlara bu ülkede neler yaptıklarını, ne acılar çektirdiklerini biliyorum, onları öldürdüklerini, işkencelerden geçirdiklerini, hapishanelerde çürüttüklerini biliyorum.
Bazen, “hiçbir şey değişmeyecek mi” diye umutsuzluğa kapıldığım da oluyor.
Ama önceki gece Aya İrini'de yaşananları izlerken, “bir şeyler değişiyor galiba” duygusuna kapıldım.
Yazarları linç ettiren, hapislere attıran başbakanlardan, yazarlara saygı gösteren başbakanlara gelmek az iş değil...
Yarın belki yeniden bizi ümitsizliğe düşürecek olaylarla karşılaşacağız ama bugün ümitliyim.
Ve, şunu anladım, “ümitli olmak” güzelmiş.
Şunu da anladım, “ben çocuklarımızın bu tür bir saygının gelenekselleştiği, böyle bir gelişmişliğin doğallaştığı bir ülkede yaşamalarını istiyorum.”
Öyle bir ülkeyi hayal etme imkânını gördüm ben geçen gece.
Ve bu hayal hiç bozulmasın istedim.
Ahmet Altan - TARAF