22 Temmuz ne çabuk unutuldu !

Her şey değişiyor, yanlışlar tashih ediliyor, hatalar düzeltiliyor; ama bir türlü medya kendine çekidüzen vermiyor.

22 Temmuz ne çabuk unutuldu !

Belki de toparlanmak istemiyor. Sadece seçim sonuçlarının medya tarafından yanlış tahmin edildiğinden bahsetmiyorum. Herkes yanılabilir bu konuda. Seçmenin tavrı keskin ve kendini kolayca ele veren bir davranış biçimi değil ki herkes seçim sonucunu ta baştan net görebilsin. Kötü niyet söz konusu olmadığı müddetçe bu meselenin üzerinde durmaya gerek bile yok. Yalnız medyanın asıl kusuru, seçimin sonucunu öngörmemesiyle ilgili değil. Medya, halkın iradesi ile pek de meşgul olmuyor aslında. Onu yönlendirmeye, hatta ona hükmetmeye kalkışıyor. İstiyor ki medya merkezlerinde dağıtılan iktidar-muhalefet rollerini halk kabul etsin; hatta bu senaryoda vatandaş da görev alsın! Korkunç hata budur! Zira, daha işin başında böyle bir çıkmaz sokağa girerseniz, ortada ne demokrasi kalır ne demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan çoğulcu katılımcı seçmen faktörü. Vahim hata budur! Medya halka siyasî mühendislik dayatıyor Daha kötüsü de var: Medyanın beyin fırtınaları sonucunda ortaya koyduğu yol haritası sonuçta bir pozisyon hatasına dönüşebilir; lakin bu hata tabii bir mecrada yapılmışsa belli bir oranda aff u saffa mazhar sayılabilir. Neticede gazeteciliği "haddini aşmış aydınlar mesleği" sayarsanız; olur biter. Ayıplarsınız, kınarsınız; hatta yerden yere vurursunuz. Bunca eleştiriye rağmen aklınızın bir kenarında daima şöyle bir müsamaha çerçevesi kalır: Medyatik gücün getirdiği pervasızlık, sorumluluk duygusuyla iç içe girince birbirine karışmış ve medya mensupları "daha iyi bir Türkiye" için bazı öngörülerde bulunmuş. Bu masumca yapılan yorum, medya doruklarından halk kitlelerini yönlendirmeye çalışanlara karşı gösterebilecek en müşfik yaklaşımdır. Bu affedici tavır, medyanın yaptığı hatayı setretmez. Lakin küçük bir teselli vesilesi olduğunda da kuşku yoktur. Asıl vahim olan konu daha değişik bir şüphenin oluşmasından kaynaklanıyor: Toplum mühendisliğine öteden beri pek hevesli olan bazı çevreler, siyaset üzerinde suni tasarımlar yapıyor; medyaya da bu yeni senaryo içinde rol veriyor. Tüyler ürpertici kuşku budur! Zira iş dünyasının elit katmanlarından bürokrasinin aymaz şatolarına kadar uzanan derin bir yelpazede "Bu ülkenin sahipleri biziz, güç bizdedir; bu gücü köylülere kaptırmayız" şeklinde özetlenebilecek bir direniş söz konusudur. "İktidar olsanız bile muktedir olamazsınız" küstahlığının temelinde sırtını devletin kurumlarına dayayarak yapılan bir derebeyliği kültürü seziliyor. Dar bir zümrenin kamu vicdanını baskı altıda tutmasına yol açan bu duruşta, halk iradesinin hiç önemi bulunmuyor. Seçkin zümrelerin gizli ittifaklarına dair söylenen pek çok efsanenin inanılır hale gelmesinde halkın mütemadiyen horlanması ve sistemli bir şekilde dışlanmasının payı büyüktür. "Sandıktan çıkan sonuç ne olursa olsun bizim dediğimiz esastır" zihniyeti, bu ülkenin çocuklarını sadece umutsuzluğa sevk etmiyor; aynı zamanda komplo teorilerinin daha yaygın bir şekilde devamını sağlıyor... Medyaya dönecek olursam; görüntü aynen şudur: Seçim öncesi halk iradesine mühendislik projesi dayatan medya, seçim sonrasında da yeni barajlar inşa ediyor, yeni korkular yayıyor. En azından toplum, yazılanları/konuşulanları siyaseti tanzim etme çabası olarak algılıyor. Daha kötüsü, siyasi hayata nizam verme gayretkeşliğinde meydanın fail değil, meful olduğunu düşünüyor. Bir başka deyişle, senaryonun daha değişik mahfillerde yazıldığını, daha sonra medyanın eline sıkıştırıldığını varsayıyor. Ve maalesef Türk medyası bu algıyı görebilecek bir pencereden bak(a)mıyor hadiselere. Sadece medya için değil, bütün sosyal bilimler için geçerli bir kural vardır: Sosyal değişimleri anlamak için meselelere dış bir gözle bakmak yetmez; aynı zamanda içeriden (insider) bilge bir nazarla da bakmak şarttır. Aksi takdirde yaşadığınız topluma yabancılaşırsınız. Bu hazin akıbet sezilemediği için Türk aydını kendini oryantalistler durumuna düşürmüş, kendi insanına uzaylı muamelesi yapmış; bunu yaparken de çoğu kez düştüğü "yaban" rolünün farkına varamamıştır. Şimdiki yaygın moda, 22 Temmuz seçimlerini görmezden gelmek. Sanki bu ülkede seçim öncesi büyük bir tartışma yaşanmamış, sanki 367 uydurmasına halk öfke duymamış, sanki e-muhtıraya vatandaş hiç tepki göstermemiş gibi davranmak fevkalade yanlıştır. Hatta ayıptır! Abdullah Gül ile ilgili bazı haber ve yorumlar sadece Gül'ü rencide etmiyor; halkı da rahatsız ediyor. Ve maalesef medyanın bir bölümü bu gerçeği de göremiyor. Abdullah Bey'in Köşk'e çıkmasına itirazınız olabilir; ancak bu bir insanın (ve o insana sempati duyan kitlelerin) hissiyatını göz önüne almamanızı meşru kılmaz. Aksi takdirde gayri insani bir tablo çıkar karşımıza. Sayın Gül'ü makam düşkünü gibi resmetmek de yanlış; seçmenin bu konuda hiçbir düşüncesinin olmadığını farz etmek de. İşte tam bu noktada sorarlar adama: Niçin eleştirilerde belli bir ölçüyü tutturamıyoruz? Nezaket sınırlarını aşan kampanya! Medya önce Tayyip Erdoğan'ın adaylığı karşısında barikatlar kurdu. Söylenmedik laf bırakmadı kimileri. En incitici ve yaralayıcı kısmı Başbakan'ın eşinin başörtüsü üzerinden bir kampanya düzenlemesiydi. Tayyip Bey "feragat" etti. Aynı muamele şimdi Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'e yapılıyor. Demokratik bir söylemle Gül'ün adaylığına karşı çıkılabilir, bunda problem yok; ama son bir haftadır yapılan bazı yayınlar nezaket sınırlarını aşıyor. Daha ötesi de var: Son dönem "danışmanlar" üzerinden yapılan yayınlar, geniş kitleler arasında maksadın aksine bir algı oluşturdu. AK Parti'ye müspet bakmayan ve her fırsatta çok ağır eleştiriler yönelten bazı kalemlerin Gül-Erdoğan anlaşmazlığı üzerinde ısrarla durması, halk arasında "medya tarafından çıkarılan bir fitne" gibi algılanıyor. Üstelik bu "fitne"nin medya ötesi kurgularından bahsedenler de var. Genel psikoloji bu olunca doğruyla yanlış, gerçekle yalan birbirine karışıyor. Ve kaybeden hep medyanın itibarı oluyor... Hülasatül hülasa nevinden şunu belirtmek isterim ki Türkiye Cumhuriyeti 10 kez cumhurbaşkanı seçti; 11.sini de seçecek kudrete, dirayete, ferasete sahiptir. Meseleyi gölgeler savaşına çevirmenin, vehimler çatışmasına dönüştürmenin hiçbir anlamı yok. Aksini düşünmek, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni ve bu ülke insanını hafife almaktır, küçük görmektir. Abdullah Gül ya da bir başkası yakında Köşk'e çıkacak ve siyasi kimliğini bir kenara bırakarak bu milletin tamamını kucaklayacak. Medya, kendi görev sahasının dışına çıkarak tarih huzurunda mahcup olmamalı. EKREM DUMANLI - ZAMAN
<< Önceki Haber 22 Temmuz ne çabuk unutuldu ! Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER