YOL ARKADAŞLIĞI HUKUKU VE TENKİT
Her insanın ruh ve karakter heykelini gelenek ve görenekler, mahalli adetler, töre, örf ve ananeler yontup inşa eder. Ahlak büyük ölçüde böyle şekillenir.
Hizmet Hareketi milyonlarca fertten oluşuyor. Bu insanlar analarından doğduğu gibi tertemiz bir şekilde gelip hizmet prensipleriyle benliklerini doldurmuyor.
İçinde kahve içilmiş bir fincanda kahve telvesi kalır.
İçinde salep içilmiş bir bardakta salep kalıntısı olur.
O bardaklara zemzem bile koysanız berrak ve temiz olmaz.
İhlas Risaleleri ve bir bütün olarak Risale-i Nur, bize Kur’an ahlakını telkin eder. “Ölçü ve Yoldaki Işıklar” ve Pırlanta Serisi, neyi nasıl yapacağımızı ve nasıl yaşayacağımızı en ince ayrıntısına kadar anlatır. Bunları kendine rehber eden bir insan, mümine yakışır bir temsil sergiler. Ama benlikteki eski kalıntıları söküp atmak, yerine bunları yerleştirmek oldukça zordur.
KAŞ YAPARKEN GÖZ ÇIKARANLAR
O nedenle milyonlarca insanla yapılan bir hizmet hareketinde mutlaka yanlış insanlar yer alabilir. Mutlaka bir kısım hatalar, bir kısım “kaş yaparken göz çıkarma”lar olur. Kimse suiniyetle yola çıkmamış olsa da pek çok insan, yol arkadaşlarının hukukuna tecavüz etmiş olabilir. Birilerinin hatasından bir başkası zarar görmüş olabilir. “Atf-u cürm”lerin faydası yok. Biz başımıza gelen her şeyde “Hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine” inanıyoruz. Risale-i Nur okuyup sonra “sebeplere” takılmak doğru değil.
İçimizde yaptığı her şeyin her durumda doğru olduğunu sanan ve zeytinyağı gibi üste çıkanlar yok mu? Var.
İçimizde hayatı boyunca özür dilememiş, özür dilemeyi bir erdem olarak görmeyenler yok mu? Var.
Milyonlarca insandan oluşan bir toplulukta tabi ki her “model” insan olacak. Ve bu “model” insanların, hareketin ekseni dışında içtihatları, davranış ve projeleri olacaktır.
YARALI TOPRAKLARDA YAŞIYORUZ.
Demokrasi ve istişare kültürün uğramadığı topraklarda yaşıyoruz. Hz. Bediüzzaman 100 yıl önce teşhisi koymuştu: “Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şûradır” Bu söz, “istişare miftahını” kullanmazsanız başınıza geleceklere hazır olun demektir.
“Her Türk asker doğar” derler. Bunu az değiştireyim. Demokrasi kültürünün uğramadığı bu topraklarda “her Türk diktatör doğar”. Toplumda hukuk hassasiyeti ve demokrasi kültürü olmadığı için herkesin benliğinde faşizm kırıntıları ve diktatörlük temayülleri yer alır ve çevre şartları imkan verdiği ölçüde bunu gerçekleştirir. Kimi partisinde, kimi fabrikasında, kimi bulunduğu okulda, kimi müdürlük yaptığı kurumda “her şeyi en iyi bilen” birer diktatör olur.
Hizmet, bu yaralı topraklarda elinden gelenin en iyisini yapar ama “demokrasi ve istişare” bir boya değildir ki insanları içine sokup boyasın, sonra geçmiş kalıntıları çamaşır makinesinde yıkasın temizlesin. Hizmet, topluma bir ahlak biçimi sunar. Dileyen o Kur’anî ahlakı alır, dileyen nifak ve küfre ait evsafı benliğinde barındırmaya devam eder. Ve kimseye de “lütfen ayrıl!” demez. Demeye hakkı yoktur. Birilerinin bir başkasını “aforoz etme” yetkisi de yoktur.
Yapılan yanlışları dikkatle ve özenle not edip tedbir almak, her yeni adımda bu tecrübelerden ders almak ayrı bir mesele; yanlış yapanlara cihada çıkmak, eleştiri partileri düzenlemek, sosyal ağlarda toplu gıybet ayinleri yapmak ayrı mesele.
ELEŞTİRİ AYİNİ YAPMAK…
“Başka birini bulamadılar mı?”
“O makama niye hala o adam getiriliyor ki!”
“Bu adam neden hala görevde”
“Projeyi yanlış çizdiği için yaptığı caminin kubbesi çatladı. Yapılacak çeşmeyi niye buna çizdiriyoruz.”
“Falanın evini gördün mü, ooo…”
“Ya hâlâ eski usulle iş yapıyorsunuz.”
Bu ve benzeri cümleleri söyleyenler yüzde yüz haklı olabilir.
Bu insanlar, tenkitlerini ve gerekçelerini uzun uzun yazıp mesul gördüğü veya o hatanın mesulü gördüğü insana iletirse veya vicahi olarak anlatırsa hakperestlik yapıp sevap kazanır. Yapmazsa mesul olur. Varsa iletebileceği bir makam iletirse doğru yapmış, hakkını aramış olur.
Ama bu tenkitlerini ulu orta, bulduğu her mecliste dile getirip, yakaladığı her insana boca edenler lüzumsuz yere gıybet edip topluca günaha girer.
‘İÇİNİ KAVRAYAMADIĞIN BİLGİYE NASIL SABREDECEKSİN’
Kur’an’da anlatılan Hz. Musa (as) ve Hz.Hızır’ın (as) yolculuğunda şunlar olmuştu: Yolculuğun başında Hz. Hızır: “İçini kavrayamadığın bilgiye nasıl sabredeceksin.”18/68 der. Hz. Musa (as) ise “İnşallah beni sabrederken bulacaksın, senin emrine karşı gelmem.”18/69 der ve yola çıkarlar.
Hz. Hızır, bindikleri geminin bir yanını tahrip eder. Bir çocuğu öldürür. Kendilerine yemek vermeyen insanların bulunduğu yerdeki bir duvarı düzeltir. Hz Musa(as) her üç durumda gücünü kullanıp müdahale etmez. Engel olmaz. Yalnızca sözle itiraz eder. Ama itirazlarındaki haklı tehalükü yolculuğu bitirir. Sonra işin iç yüzünü öğrenir.
Kur’an bunları bize ibret için anlatıyor.
Ne biz Hz. Musa’yız (as) ne de karşımızdakiler Hızır (as).
Bize düşen; iç yüzünü tamamen bilmediğimiz, perde arkasına yüzde yüz hakim olmadığımız konularda yüzeysel duyumlarla konuşmamak. Her hadisenin taraflarını özgürce konuşturup dinlemeden sonrasında pişman olacağımız bir hükmü vermemek.
İLETTİK AMA HİÇ BİR ŞEY OLMUYOR!
Müminin her davranışı namaz eksenlidir. İmam hata yaptığında “Yanlış yapıyorsun” diye feryad edilmez. Kibar ve usulca “SübhanAllah” denir. İmam oturacağına kıyama kalktığında cübbesine asılmaya kalkarsanız namazınız bozulur.
Öfke ve feveran nöbetleriyle ifade edilen eleştiriler çoğu zaman subjektif ve hissidir. Mümine karşı öfke duymak iman zaafını ifade eder. Mümin bir başka mümine sevdiği ve yakıştırmadığı için kızar. Gayz ve kin duymaz. “kendi aralarında merhametli.” 48/29 olmak Kur’anî bir vasıftır. Bir mümine gayzla, öfkeyle davranılmaz.
Kur’an, bir sürçme sonrası ashabına şefkatle davranan, “Rauf ve Rahim” olan, onları ırgalamayan Efendimiz’in(sav) şahsında bize olan uyarısını şöyle yapar: “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et.” 3/159
Bize düşen yukarıdan aşağıya; aşağıdan yukarıya hatalara ve yanlışlara karşı mümin mülayemetiyle yaklaşmak.
BASTONLA ÇOCUK KOVALAMAK
Önemli olan üstümüze düşeni yapmak. Hata ve yanlışları usulünce ifade etmek. Arkasını takip etmek. Oldu oldu; olmadı olmadı. Sonrasında ise “Niye benim dediğimi yapmadılar? Niye bir şey olmuyor?” çiğliğine düşmemek. Ayrıca ne malum tenkidimizin boş, teklifimizin yanlış olmadığı?
Dünyada imtihan için varız. Kendi “soru”muzu çözelim kafi. Başka kimselerin önlerine gelen “sorulara” lakayt kalması veya o “soruları” yanlış yapması biz ikaz ettikten sonra bizi bizi ilgilendirmez. Ön saftaki bir abdestsiz veya arka saftaki bir duasız bizim namazımızı bozmaz. Ama işimizi gücümüzü bırakıp cami içinde rükün ve vücup avına çıkarsak namazımız bozulur, camilerde çocukları bastonla kovalayan ihtiyarlar gibi sevimsiz oluruz.